Türk tipi Başkanlık nasıl olur? - Haber 1Haber 1

Türk tipi Başkanlık nasıl olur?

06 Mart 2015 - 11:01

ABONE OL

Dünyadaki büyük siyasal sistemlerin parametreleri var. İyiyle kötüyü böyle ayırıyoruz. İyi sistem nedir? İcraat yapmayı sağlayan istikrarlı sistemler. Kötü sistem nedir? İcraatı engelleyen kaos ve anarşi sistemleri: bu sistemlerde yoğun bir şekilde kavga, isyan, başkaldırma ve vesaitler vardır.

Dünyada nerelerde karşımıza iyi sistemler çıkıyor? Nerelerde kötü sistemler ülkeleri mahvediyor? Bu çerçevede Türkiye nerede? Dün neredeydi? Bugün nerede? Yarın ne olacak?

Dünyada zengin ülkeler yüksek faturalar ödeyerek bugünkü sistemlerini kurmuşlar. Türkiye gelişmişlikte ipi göğüslemek için ne yapabilir? Bunu yapabilir mi? Dünden bugüne bir zaman tüneline dalıyoruz. Hazır olun.

TÜRKLER DÜNYAYA SİYASAL MODEL İHRACATÇISI AMA FARKINDA DEĞİLLER

Ülkelerin tarih içindeki performansları var. Önce ilk beşe girenler. Bunlar dönemlerinde dünyada bir numara olmayı başarmış olanlar. Bunların sayıları bir elin parmaklarını geçmiyor.

Örneğin günümüzde bir numara olan ülke ABD. Ruslar tarihlerinin en güçlü olduğu Sovyetler Birliği döneminde bile Amerika’nın arkasında sadece iki numara olabilmişlerdi. Bugün Amerika dünyada bir numara. Dünün bir numarası ise “güneşin batmadığı imparatorluk” İngiltere idi.

Türkler bir numara olmayı on altıncı yüzyılda başardılar. İki yüz yıl boyunca dünya onlardan soruldu. Bunlar tesadüfen olan şeyler değil. Demek ki müthiş bir siyasal sistemimiz varmış. İki yüz yıl boyunca bizi dünyada bir numara yapmış. Dünya bunun farkına varmış. Osmanlı Sultanına “Büyük Türk”, “Muhteşem Türk” sıfatını vermişler. Bizi dünyada bir numara yapan sistemin özelliği neydi?

PROFESÖR DUVERGER İLE SOHBET

Türkiye’de neredeyse tüm kitapları tercüme edilmiş bir Siyaset Bilimci Maurice Duverger’i dinliyorum. Paris Siyasal Bilgilerde Duverger hocam oldu. Sorbonne Üniversitesi daha sonraki yıllarda ortak bir kitabımızı yayınladı. (Mort des dictatures? Maurice Duverger – Bener Karakartal)

Dünya siyaset bilimine yön vermiş bir Profesör olan Maurice Duverger bana Paris’te çok şaşırtan bir açıklamada bulundu. “Biliyor musunuz sayın Karakartal ben iktidarın sırrını İstanbul’da Topkapı Sarayında keşfettim” dedi. Sonra açıkladı: “Topkapı Sarayının etrafında üç sıra sur var. Neden? Moskova’dan gelen Rus’lara karşı değil. İstanbul’dan gelen halk için. İşte iktidar böyle bir şey. Kendini savunmazsa yıkılır.”

Duverger’in bu analizi üzerine hep düşündüm. Nasıl oluyordu da Anadolu’daki ufak bir beylik bir dünya imparatorluğu haline dönüşmüştü. Dünyada zamanında number one olmak çok az millete nasip olmuştu. İskender İmparatorluğu İskerder’in ölümü ile sona ermişti. Uzun süreli number one olmak çok az millete nasip olmuştu. Tarihte bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

Osmanlılar ise altı yüz yıl ayakta kalmışlar ve iki yüz yıl boyunca da dünyada bir numara olmuşlardı. Bunun sırrını da Duverger İstanbul’da Topkapı Sarayının çevresinde dolaşırken keşfetmişti.

Duverger’in Topkapı Sarayı’nın surlarına bakarak keşfettiği sır neydi?

İktidarın kendisini savunması. Osmanlı iç içe daireler haline gelen tehditlerin hep baskısı altında kalmıştı. İç isyanlar, Yeniçeri isyanları gibi. Sarayın etrafındaki surlar Aksaray’daki kışlalarından gelen Yeniçerilere karşıydı. Eğer iç isyanlar, Yeniçeri isyanları Osmanlı Hanedanlarını devirseydi tarihte bir Osmanlı sayfası olmayacaktı.

Ama Osmanlıyı sürekli kılan esas “görünmeyen sur” Sadrazamlık kurumuydu. Padişah hiçbir zaman doğrudan gayri memnunlarla, isyancılarla karşı karşıya gelmiyordu. Sorunlar tavan yapınca Sadrazam değiştiriliyordu. Yani iktidar kilometreyi sıfırlayıp yola yeni baştan çıkıyordu. Osmanlıyı dünya devleti yapan “sır” işte buydu. Eğer bu yapı olmasaydı Osmanlı bir dünya devleti olamayacaktı. Siyaset bilimi teorisine Osmanlıların katkısı bu oldu. Müthiş! Padişah hiçbir zaman vesayet altına girmiyordu. Yerel isyanları Yeniçeriler bastırıyordu. Vesayet taslayan Sadrazamlar tasfiye ediliyordu. Padişah’ın gözbebeği Yeniçeriler Padişahların canına kastedince kendileri tasfiye oluyordu. Yeniçeri ocağı topa tutuluyor ve Yeniçeriler yok ediliyordu.

Eğer bunlar yapılmamış olsaydı tarihte bir Osmanlı sayfası olamayacaktı. Yerel isyanlarda Osmanlı İmparatorluğu parçalanacaktı. Osmanlı “Balkanlaşacak”, kurda kuşa yem olacaktı. Eğer Sadrazamlar Padişahı devirselerdi yeni hanedanlıklar ortaya çıkacak ve hanedanlıklar savaşı İmparatorluğu bitirecekti. Eğer Yeniçeriler Padişahlığı devirseydi Osmanlı sayfası tarihten silinecekti. Eğer din kurumları, yargı Padişah üzerinde vesayet kursalardı Padişahlık zayıflayacak ve Osmanlı sayfası gene var olmayacaktı.

Dünyanın en ünlü siyaset bilimcilerinden Profesör Duverger’in Topkapı Sarayında keşfettiği bir büyük sır: dünyada nasıl number one olunur? Yerel isyanlara karşı Yeniçeriler, Yeniçeri isyanlarına karşı sarayın etrafında üç sıra sur ve icraatların zayıflığına ve Sadrazamların ihtiraslarına karşı değiştirilebilir Sadrazamlık kurumu.

Özetle Osmanlı’nın büyük keşfi istikrarın sürdürülebilirliğiydi. Buda olunca vizyon sahibi büyük Padişahlar Türkleri tarihin şeref sayfasına taşıyıp Osmanlı İmparatorluğunu dünyada bir numara yapmayı başardılar.

Biz tarihimizin kıymetini bilemedik ama başkaları “bu sırrımızdan” faydalandılar. Fransa istikrarı böyle yakaladı.

Türk modelinden kopyalayanlar arasında başta Fransızlar geliyor. Tarih boyunca Fransa iç çatışmalardan çok derin yaralar aldı. Fransa 1789’dan 1958’e kadar neredeyse iki yüz yıl non stop ihtilal ve kaos yaşadı. Fransız İhtilalinden sonra Kralın, Kraliçenin, Aristokratların kafaları kesildi. Daha sonra devrimciler birbirlerini öldürmeye başladılar, radikaller ılımlıları, ılımlılar da daha ılımlıları öldürdüler. Fransa’da siyasi kaos içinde o kadar çok insanın öldürülmesi gerekti ki ihtilalciler yeni bir öldürme aletini ihale yoluyla aradılar. Fransız İhtilal Meclisinde Doktor Guillotin ve Cerrah Antoine Louis’in aleti ”giyotin” birinci ilan edildi . 50 adet giyotin sipariş edildi ve ilki Paris’in en ünlü meydanı şimdiki adıyla Concorde Meydanına yerleştirildi .Yeni alet süratli çalıştığından kısa zamanda yirmi bin kişinin kafası kesildi .

Fransa’da 1789’dan 1958’e kadar Cumhuriyetler, darbeler ihtilaller peş peşe geldi . Napolyon iki defa , yeğeni 3. Napolyon bir defa askeri darbe yaptı. Fransız ”parlamenter ”sistemi de fevkalade istikrarsızdı. 1958’e kadar Fransa’da 4 Cumhuriyet kuruldu 1945’ten 1958’e kadar süren 4.Cumhuriyette bir hükümetin ortalama ömrü 7 aydı .

1958 yılında Fransa yeni bir iç savaşın eşiğindeydi . Görevde olan Cumhurbaşkanı Rene Coty , General De Gaulle’e Devlet Başkanlığını teklif etti. Teklifi De Gaulle şartlı olarak kabul etti .

Bu şartlar nelerdi? Yeni bir Anayasa . Bu Anayasanın ana direği Cumhurbaşkanı olacaktı . Cumhurbaşkanlığı ile ilgili maddeleri De Gaulle bizzat dikte etmiştir: halk oyu ile seçilen Cumhurbaşkanı Başbakanı göreve getirmekte ve gerektiğinde teşekkür ederek görevden alabilmekteydi .Başbakanın adı değiştirilmiş ”Premier Ministre ” , Birinci Bakan olmuştu. Bakanlar Kurulu her hafta Cumhurbaşkanının başkanlığında Başkanlık Sarayında yapılacaktı. Cumhurbaşkanı gerektiğinde Meclisi feshedebilmekte ve seçimleri yenileyebilmekteydi. Gerektiğinde olağanüstü hal ilan edebilmekte ve önemli kanun maddelerini doğrudan referandum yolu ile halka sunabilmekteydi.

Bu sistem, resmi adıyla Beşinci Cumhuriyet bugün Fransa’da yürürlüktedir. Özü: çok güçlü Cumhurbaşkanı ve değiştirilebilen resmi adıyla “Birinci Bakan” olan Başbakan. Bu tanım sizin kulaklarınızı çınlatmıyor mu? Maurice Duverger’in “Topkapı Sarayı sırrını” hatırlamanın galiba tam zamanı!

Bu süper Cumhurbaşkanlığı sistemi Fransa’nın gücüne güç kattı. Amerika ve Sovyetler Avrupa’dan çıkarıldı. AB ve Euro kuruldu. Askeri ve sivil planda Fransa nükleer çağa girdi. Üçüncü jenerasyon nükleer santrallerde Fransa dünya şampiyonudur. Fransa’da elektriğin yüzde sekseni ucuz bir şekilde nükleer santrallerden elde edilmektedir. Fransa uzayda çok iddialı bir hale gelmiştir. Türkiye’de evlerimizde televizyon dizilerini uzaydaki Fransız uyduları vasıtasıyla seyrediyoruz. Hızlı trenlerde Fransa dünya şampiyonudur. Hızlı trenler Fransa’yı bir örümcek ağı gibi sarmakta, Manş denizi altından Paris’i Londra’ya bağlamaktadır. Atmosfer dışında stratosferde ses süratinin üstünde 23 bin metre yüksekte mach 2,3 süratinde bir salon konforunda uçan Concorde uçağından 14 adet üretilmiş ve Fransız Cumhurbaşkanları kıtalar arası seyahatlerini bu uçakla yapmaya başlamışlardır .Dünyanın en süratli askeri uçakları bile stratosferde ses süratinin üstünde 99 yolculu bu uçağı en fazla iki buçuk dakika izleyebilmekteydiler. İçinde uçtuğum için biliyorum: normal uçaklar türbülanslarda inim inim inlerken Concorde on bin metrede ana motorlarını ateşliyor, bulutları terk ediyor, stratosferde bir salon konforunda yolcularına lüks menüsünü sunuyor. Bunları hep De Gaulle istedi. Bugün de “Concorde” un kızları airbus’ler rakibi Amerikan Boeing’e duman attırıyor: dünyanın en büyük iki katlı uçağı A380 Fransa’da yapılıyor.

Bütün bunlar De Gaulle’ün önemli maddelerini bizzat kaleme aldığı yeni Anayasa sayesinde oldu. De Gaulle’ün bursuyla Fransa’da okudum, orada öğretim üyesi olup De Gaulle’ün ekibinin içinde çalıştım. Fransa’da olup bitenin doğrudan şahidiyim. Bu yeni Anayasal sistem Fransa’da hasta parlamenter sistemi gömmüş yerine çok istikrarlı çok demokratik çok çağdaş bir Fransız türü Başkanlık sistemini getirmiştir. De Gaulle icraatlarıyla yalnız Fransa’nın gücüne güç katılmadı. Yetmiş yaşındaki De Gaulle seksen dört yaşındaki Alman Şansölyesi Konrad Adenauer’ın elinden tutarak Avrupa Birliğini kurdu. Avrupa’dan Amerika ve Sovyetleri çıkardı . Komünizm çöktü . Euro dünyanın en güçlü parası oldu . 17 trilyonluk yıllık geliri ile Avrupa bugün dünyada bir numara , Amerika’nın önünde .

Eğer Fransa’da güçlü Cumhurbaşkanı, değiştirilebilir Başbakan, başta askeri olmak üzere her türlü vesayete karşı çıkan güçlü bir Cumhurbaşkanlığı kurumu olmasaydı Fransa bugün Türkiye’den daha az olan nüfusuyla dünyada beş numara olamaz ve paramparça ve işgal altındaki bir Avrupa’yı birleştirip onu ortak parasıyla ve on yedi trilyon dolarlık yıllık geliriyle dünyada bir numara yapamazdı. Bunu Fransız Siyasal sistemi başardı. Bu durumu gözümle gördüm. Yaşadım.

Başkaları bizim tarihsel sistemimizi örnek alırken biz Türkiye’ye uymayan , gelenekleriyle bağdaşmayan bir sisteme mi yöneldi.

Osmanlının son dönemi iki çatallı bir arayış dönemidir. Bir çatal çözümü Avrupa’daki Parlamenter sistemlerde aramıştır. Öbür çatal askeri vesayet ve darbeler sürecini başlatmıştır.

ATATÜRK DÖNEMİ BİR SÜPER BAŞKANLIK DÖNEMİDİR

Atatürk dönemi bu tarihsel sayfanın adeta bir parantezi gibidir. Atatürk güçlü başkandı. Değiştirilebilir Başbakanlık sisteminden yanaydı. İcraatı kendisi planlıyor ve uygulamayı Başbakanlara bırakıyordu. Memnun kalmayınca Başbakanı değiştiriyordu. 1937 yılında Başbakan İnönü’yü görevinden aldı. Celal Bayar’ı Başbakan yaptı. Atatürk’ün özelliği güçlü iktidar idi. Hiçbir vesayetin yolunu kesmesine izin vermedi. Ne askeri vesayet, ne yargı vesayeti. Kararlaştırdığı yoldan dimdik gitti. Gerektiğinde Başbakanlarını görevden aldı. Fethi Okyar, İsmet İnönü, Celal Bayar Atatürk’ün Başbakanları oldular.

1946: TÜRKİYE’DE PARLAMENTER SİSTEM BAŞLIYOR.

Daha sonraları başkaları Türkleri dünyada bir numara yapan Osmanlı sisteminden esinlenip siyasi modeller kurarken biz 1946’dan itibaren adapte olamadığımız bir parlamenter sisteme yöneldik. Bu sistemin uygulanması Türkiye’de bir facia oldu.

PARLAMENTER SİSTEM TÜRKİYE’DE NEDEN KAOSA YOL AÇTI?

Muhalefet partileri ve işveren çevreleri Türkiye için en iyi sistemin parlamenter sistem olduğunu ısrarla savunuyorlar. Bu çevrelerin savundukları esasında parlamenter sistem değil . Sakladıkları ana fikir : Tayyip Erdoğan korkusu . Erdoğan’ın otoriter kişisel bir yönetim rejimi oluşturmasından çekiniyorlar. Gerçekte Türkiye’de parlamenter sistem bir kaos , cehennem rejimi olarak çalıştı.

Parlamenter çoğulcu demokrasi Türkiye’de fiili olarak 1946 yılında başladı . Şu neticeye bakalım : ekonomi inanılmaz tökezledi. Türkiye fakir kaldı . Halk fukaralık , dilencilik düzeyine indi. Çağdışı üniversitelerde öğrenciler birbirlerini öldürmeyi öğrendiler . On binlerce öğrenci öldürüldü , yaralandı , sakat kaldı . Ülke on ”cent”e muhtaç duruma geldi . Türkiye dış politikada zengin ülkelerin taşeronu oldu . Şehirler döküntü görüntülerle yüreğimizi sızlattı . Her şeyi dışarıdan alır olduk . Daha doğrusu alamaz olduk . Şeker , kahve , benzin , mazot piyasada ne varsa yoklara karıştı . Geceleri sokaklar çıkılmaz oldu . Yurtdışına çıkış fiili olarak yasaklandı : iki senede bir sembolik bir dolarla izne bağlandı. Evlerde sular akmıyor , kaloriferler yanmıyordu . Politikacıların bazıları zenginleşti ama fatura onlara da kesildi . Sağcısıyla solcusuyla hapishane tatmamış lider kalmadı . Solcu Ecevit ve Baykal, sağcı Demirel , Erbakan , Türkeş hapsedildiler . Rekor ceza Demokrat Parti’ye kesildi . Başta Cumhurbaşkanı , Başbakan ve tüm Bakanlar ve partinin tüm milletvekilleri hapsedildiler. Birçoğu ölüme mahkum edildiler. ”Adalet mülkün temelidir” diyen ve yüksek kürsülerinden Cumhurbaşkanı ,Başbakan ve Bakanlara bağıran ve hakaret eden yargıçlar ”Türk Milleti ”namına onları cellada yolladılar. İçişleri Bakanı ”intihar ”etti . Dışişleri ve Maliye Bakanları asıldı . Asılmak istemeyen Başbakan Menderes intihar etti .Canlandırdılar ve öyle astılar . Fabrikalar işgal edildi . Provoke edilmiş genç nesiller sağcı solcu diye birbirlerine kırdırıldı . Çiçeği burnunda Türk Sanayii boğulmak istendi . İşçilere fabrikaları işgal ettirdiler , ve patronlara ”siz de gelin , sizi fabrikanızın içinde yakacağız ” diye bağırttılar. Türkiye’nin en ünlü bir Holdinginin patronlarından birini militan gençlere öldürttüler.

Türkiye’de bir cennet gibi gösterilmek istenen bir cehennem : parlamenter sistem . Şimdi muhalefet partileri kendi liderlerini hapse attıran , öldüren bu sistemi bir ideal gibi anlatmaya çalışıyorlar . Kimse inanmıyor.

Parlamenter sistemin düzgün çalıştığı ülkeler var. Ama oralarda siyasetçiler, muhalefet partileri, Yargıçlar çok farklı. Parlamenter sistemin dünyadaki en parlak örneği İngiltere’dir.

İngiltere’de siyaset malzemesi farklı. İnsanlar bir “konsensüs” kültürü içinde yaşıyorlar. İdeolojik kamplara ayrılmıyorlar. İngiltere’de yazılı Anayasa yok. Daha Cumhuriyet gelmemiş rejimleri hala monarşi. Kimsede rejimi tartışmıyor. Başında pahalı mücevherlerle bezenmiş tacı , gösterişli elbiseleriyle parlamentoya gelen Kraliçe elindeki metni büyük bir ciddiyetle okuyor: “biz İşçi Partililer ” . Başka bir sefer ”biz Muhafazakarlar ” . Aradaki fark : seçimler yapılmış .Bir kez İşçi Partisi kazanmış , bir diğer kez de Muhafazakar Parti . İngiltere’de askeri darbe yok .İngiliz halkı adına konuştuğunu iddia eden ve ülkenin en ünlü şairlerini , bilim adamlarını , profesörlerini, siyasetçi ve devlet adamlarını cellada , hapishanelere , ölüme gönderen yargıçlar yok .Kılı kırk yaran gerçek yargıçlar var. Demokrasi bu . Parlamenter sistem bu .

Bu rejim Türkiye’de hiç varolmadı . Yakın bir zamanda Avrupa’nın en büyük kenti İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı sırf ders kitaplarında olan iki satır bir şiiri okudu diye koltuğundan alındı ve hapse tıkıldı . Acaba Londra Belediye Başkanı ne düşünmüştür? Bu durum rüyasına girip uykusu kaçmış mıdır?

Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanının doğrudan halk oyu ile seçilmesi sonucu farklı bir noktaya gelindi. Cumhurbaşkanının halk oyu ile seçilmesi sonucu fiili Başkanlık sistemindeyiz. Hem de Türk geleneklerinin tam çizgisinde.

1982 Anayasasını yazanlar noktasına virgülüne kadar 1958 Fransız Beşinci Cumhuriyet Anayasasını kopyaladılar. Tarihin cilvesi: Fransız Anayasası Osmanlı sisteminin çizgisinde bir yapıya sahipti ve Fransa’ya refah, huzur, istikrar getirmişti. Sistemin özü: hatırlatalım. Çok güçlü bir Cumhurbaşkanı ve değiştirilebilir bir Başbakandı. Yani Padişah ve Sadrazamı. Profesör Duverger bu sistemin Cumhurbaşkanına “seçilmiş kral” sıfatını vermişti.

Türkiye’de Anayasa yazanlar Fransız Anayasasını kopyaladılar ama bir yerde tuhaf bir hata yaptılar. Güçlü Cumhurbaşkanının seçimini Meclise yani Meclisin fiili patronu Başbakan’a. Gene Osmanlı ile bir karşılaştırma yapmak gerekirse: Sultan çok güçlüydü ama onun seçimini Sadrazam yapıyordu. Bu mümkün olabilir miydi? 1982 Anayasasını yazanların kafaları bu kadar karışıktı.

Türkiye’de bu sistem zirvede kaosa yol açtı. Cumhurbaşkanlarıyla ile Başbakanlar didişmeye başladı. Özal ile Demirel, Demirel ile Erbakan, Sezer ile Ecevit kavgaları sistemi uçurumun kenarına getirdi. Sezer Anayasayı kendisini Cumhurbaşkanı seçtiren Ecevit’e fırlattı. Netice: ekonomi çöktü, bankalar battı, Türkiye İMF’ye muhtaç duruma geldi.

Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi sistemi yerine oturttu. Sistem mantığına kavuştu: güçlü Cumhurbaşkanı ve onun atadığı ve değiştirebileceği bir Başbakan. Cumhurbaşkanını doğrudan milli irade seçtiği için Meclise hiçbir borcu yoktu. Tam tersine Cumhurbaşkanı Başbakanı görevden alabildiği gibi Meclisi feshetme yetkisine sahipti. Önemli kararları doğrudan halkoyuna sunabiliyordu.

Şimdi fiili olarak Başkanlık sistemindeyiz. Hem de tamamen Türk tipi Başkanlık sisteminde.

Yalnız bu modelin çalışması güçlü bir Cumhurbaşkanı profilini gerekli kılmaktadır . Bu profil Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi karizması ile uygunluk gösteriyor.

Türkiye’de de tarihi geleneklerimize uygun bu sistemin kurulması güzel ama muhalefet partileri Başkanlık sistemine şiddetle karşı çıkıyorlar.

Fransa’da da sol baştan itibaren yeni Anayasaya karşı çıkmıştı. Ama bu anayasa sayesinde Fransız solu tarihinin en güçlü liderini Mitterrand’ı on dört yıl Cumhurbaşkanı yapabildi. Bu model güçlü politikacılara güçlü iktidarın kapısını açmaktadır. Modelin sağla solla ilişkisi yok. Önemli olan: geçimsiz siyasetçilerin at koşturduğu istikrarsız parlamenter sistemin yerine icraatı mümkün kılan istikrarlı ve güçlü bir sistemi getirmek.

Muhalefet partileri ne derse desin Türk halkı bu yeni modeli benimsemiş gözüküyor . Çünkü Türkiye’de halk istikrar , zenginleşmek ve güçlü Türkiye’yi arzuluyor. Yüksek profilli Cumhurbaşkanı bu nedenlerle isteniyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bu modeli anlamaması , ısrarla düşük profilli bir Cumhurbaşkanlığı vadetmesi kendisinin seçimleri kaybetmesinde rol oynadı.

Aynı şekilde Kılıçdaroğlu güçlü Cumhurbaşkanına karşı çıkarken hata yapıyor. Kendisinin Fransız demokrasisinde Fransız solunun nasıl Sosyalist lider Mitterrand sayesinde bu anayasa sayesinde toparlanıp iktidar olduğunu incelemesinde fayda var.

MHP için de benzer gözlemlerde bulunabiliriz . MHP’nin güçlü devlet ve güçlü Türkiye hayali ancak güçlü bir Cumhurbaşkanı ile mümkün olabilecektir. Tabi bir gün seçimleri kazanması şartı ile.

Türkiye’de yeni sistem geçmişten gelen krizlerin bir daha tekrarlanmamasına imkan sağlayacak mı?

Evet ama iki şartla. Birincisi iktidarın iç yapısı ile ilişkili. İkincisi de paralelin kesin tasfiyesiyle ilişkili.

Önce iç şart: yeni sistemin bir mantığı var. Bu mantığa göre süper güçlü karizmatik bir Cumhurbaşkanı , yüksek profilli bir Cumhurbaşkanı ve yanında daha düşük profilli bir Başbakan olması gerekiyor .

Fransa’da sistem böyle çalışıyor. Bu sistem öylesine güçlü ki sistem ekstrem türbülansta bile ayakta kalıyor. Fransa bu ekstrem türbülansı üç kez yaşadı .

Bu ekstrem türbülans nedir ? Muhalefet seçimi kazanırsa ne olacak? Bu sistemde muhalefet seçimleri kazansa bile iktidar sürmeye devam ediyor ve seçilmiş Cumhurbaşkanı görevde kalabiliyor. Fransızlar buna ”cohabitation” yani ”beraber yaşama” adını vermişler . 1958’den bu yana Fransa’da üç defa muhalefet seçimleri kazanmış ama iktidar el değiştirmemiştir. 1986’da iktidarda Sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterrand bulunuyordu . Sağ partiler seçimleri kazanınca Mitterrand sağın lideri Chirac’ı Başbakan atamış ama kendisi görevde kalmaya devam etmiştir .

Bunun tam tersi 1997’de olmuştur . Milliyetçi Cumhurbaşkanı Chirac Sosyalistlerin seçimi kazanmaları üzerine Sosyalistlerin lideri Jospin’e Başbakanlık görevini vermiştir. Chirac Cumhurbaşkanlığını sürdürmeye devam etmiştir . Görüldüğü gibide sistem istikrarını ekstrem şartlarda bile korumaya devam ediyor.

Türkiye’de yeni sistem yerine oturuyor ama kamuoyu bu büyük değişiklikleri daha tam olarak algılayamadı.

10 Ağustos’ta halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan Başbakanlık görevini Ahmet Davutoğlu’na verdi . Davutoğlu çok çalışıyor çok koşuyor .

Yeni sistemin bir özelliği var. Bu özellik dün Osmanlı İmparatorluğunda da vardı bugünkü Beşinci Cumhuriyet Fransa’sında da var: İki yüksek profil bir arada olamaz. Osmanlı’da Sadrazam Padişaha eşit olmazdı . Yoksa Osmanlı çökerdi . Fransa’da da Başbakan Cumhurbaşkanına eşit olamaz. Yoksa Fransa Beşinci Cumhuriyeti çökerdi . Fransa eski kaotik parlamenter sisteme dönerdi . Bu nedenle Fransa’da Başbakanın sıfatı bile değiştirilmiş , yeni sistemde ”Premier Ministre ” , Birinci Bakan olmuştur. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Sarayında yapılıyor ve Başbakan masada Bakanların yanında oturuyor.

Türkiye’de sistemin oturup oturmadığını anlamak için heyecanla Cumhurbaşkanlığı sarayındaki 19 Ocak Bakanlar Kurulu toplantısının görüntülerini bekledim. Yanılmamıştım. Davutoğlu Bakanların birincisi olarak Bakanların arasında yer aldı.

Yeni sistemin Türkiye’de yerine oturması için iktidarın iç yapısıyla ilişkili birinci koşulun gerçekleştirildiğini artık söylemek mümkün.

Şu anda yürürlükte olan sistem esasında bir Türk “Başkanlık Sistemi” ve Türk geleneklerinden gelen çizgiyle uyum içinde. Oysa Türkiye’de ise şimdi tartışma model olarak ABD sistemine yöneliyor. ABD sistemi Türkiye’de uygulanabilir mi?

Katıldığım tüm televizyon programlarında ve yazdığım tüm yazılarda inatçı bir şekilde ABD sisteminin Türkiye’de yürümeyeceğini tekrarladım. Neden? Amerikan anayasası anglo-sakson modelinde olup Türk toplumuna hiç uymamaktadır. Neden mi? Çünkü Amerika dikensiz bir gül bahçesidir. Dozer tarlayı sürmüş, tarlada derin iz kalmamıştır. Amerika dizayn edilmiş bir tarlada yetişmiş dev bir çiçektir.

Açıklayalım: Amerika’yı vizyon sahibi, gözü kara, çok zeki ve çok hırslı liderler kurmuşlardır. Ülke büyük olsun istemişlerdir: Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar.

Bu geniş coğrafyada önce Kızılderilileri tasfiye etmişler. O günün sloganının “en iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” olduğunu hatırlayalım. Bugün Amerika’da Kızılderililer neredeyse folklorik bir düzeydedir.

İkinci aşama: Ülkenin büyük olması ve Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar uzanması için toprak genişlemesi: Güneydeki bugünkü 13 eyalet Fransa’dan parayla satın alınmıştır. Meksika’dan ise önce savaşla, sonra parayla California ve Teksas’ı kopartmışlardır.

Üçüncü aşama: Bütünlük. Birlikten ayrılmak isteyen Güney eyaletlerini son derece sert ve kanlı bir iç savaşla tekrar birliğe bağlamışlardır. Ordunun sivil halkı adeta katlettiği bu acımasız iç savaşı Hollywood “Rüzgar gibi geçti” filmiyle ölümsüzleştirdi.

Son aşama: İdeolojik bütünleşme: 1920’lerden itibaren FBI ülkedeki tüm sosyalist, sol, komünist, Bolşevik hareketleri yok etti.

Neticede dizayn edilmiş, dikensiz bahçe haline gelen ABD’de birlikten ayrılmamak, birliği ideolojik olarak eleştirmemek şartıyla her renkten, her ırktan, her kökenden, her dinden üç yüz milyon insana özgürlükler verildi: “Amerikan Rüyası…” Çalışın siz de zengin olun denildi. Amerikan bayrağı, Beyaz Saray, Amerikan Başkanı bu sistemin muhafızları oldu.
Amerikan sisteminde siyasal yapı Türkiye’ye hiç benzemiyor. Amerika’da siyasette ideolojilere yer yok. Mecliste örgütlü partiler, parti genel başkanları, parti disiplini yok. Kongre üyeleri özgür. Oylamada kendi özgür iradeleriyle oy kullanırlar. Her birinin tek tek ikna edilmesi gerekiyor. Bu nedenle Amerika’da lobi şirketleri çok gelişmiştir ve yasaldır. Her bir kongre üyesi için hedefe odaklı faaliyetlerde bulunurlar.

Ne siyasal, ne ideolojik, ne partiler açısından Türkiye “dikensiz bir gül bahçesi” değildir. Amerikan modelinin “çok dikenli Türkiye bahçesinde” filizlenmesi kolay gözükmüyor.

Bu sistemle uzaktan akrabalık gösteren diğer Güney ve Latin Amerika sistemlerinin hiç birinde ise demokrasi Türkiye’de olduğu kadar kök salmış değildir. Oralarda olan otoriter uygulamalar Türkiye’de hemen “diktatörlük” suçlamasıyla karşılaşabilir.

Anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kafasında Amerikan türü bir Başkanlık sistemi var. Başbakanın olmadığı bir sistem. Bana sorarsa kendisine şunu söylerim : Türkiye’de siyaset malzemesi çok haşin. Şu anda var olan, milli iradenin de benimsediği “doğrudan seçilmiş Cumhurbaşkanlı” sistemimize devam etmek en mantıklı yoldur.

TÜRKİYE’DE ESAS TEHLİKE PARALELDE

Türk tarihi boyunca siyasetimiz vesayetlerden çok çekti. Çoğundan kendisini kurtarmayı vesayeti bertaraf ederek başardı

Osmanlı tarihinde sistem göz bebeği Yeniçeri ocağını vesayet kurumu haline dönüştüğü anda bertaraf etmeyi başardı.

Cumhuriyet tarihinde ise silahlı kuvvetler bünyesinde yuvalanmış radikal darbeciler birkaç kez sistemi kaosa sürükledilerse de 2015 Türkiye’sinde artık askeri vesayetin tarihe karıştığını söyleyebiliriz.

Ama bugün son derece tehlikeli bir “paralel yargı” tehdidiyle Türkiye karşı karşıya.

”Paralel yargı” tasfiye olmadı, pusuda yatmış bekliyor. 1960’ta Cumhurbaşkanını bile yargılamış ve ölüme mahkum etmiş bir kötü “paralel yargı” geleneği var. Yaşıyor. Bekliyor. 17-25 Aralık onlar için bir parantez .Ne yapıp ne edip tekrarlamak istiyorlar.

Bütün bu nedenlerle şu andaki sistemden vazgeçmemek lazım . Bu tarihten gelen Türk modeli . Başkanı savunmasız bırakmamak gerekiyor. Araya düşük profilli bir kişi koymak gerekiyor.Yani bir ”Birinci Bakan”ı .

Bu yapılmazsa ne olur? Söylenenlerin aksine : ”paralel” çözülmedi . Dimdik ayakta . Pusuda çok fazla sayıda istikrarı bozmak isteyen muhalif var . Türkiye bugünki istikrarı zor yakaladı . Bozulursa yazık olur . Fatura herkese çıkar . Türkiye’ye çıkar . Çünkü Türkiye’nin istikrarı bir Ak Parti ve onun tarihsel lideri için değil bütün Türk tarihi için önem taşıyor.

Özetle: Türkiye Amerikan tipi bir Başkanlık sistemine yönelirse Erdoğan’a karşı olan geniş muhalif cephe bayram yapar. Bu muhalefet bir aşure gibi. İçinde her şey var: Arap’ı, Yahudisi, Amerikalısı, Avrupalısı, Türkiye’deki sağcısı solcusu, büyük sermaye ve başta da vurucu güç “paralel yargı”. “Paralel” 17-25 Aralıkta yalnız Erdoğan’ın Bakanlarını değil, kendisini, ailesini hedef aldı. Sonra hedef büyüttü. Erdoğan’ın taraftarlarını, sanatçıları, bilim adamlarını tasfiye etmek, Erdoğan’ın tabiriyle “linç etmek” yolunu tuttu. Amacına ulaşmak için sabırla bekliyor. Eğer Erdoğan Türkiye’de ABD türü bir Başkan olursa müthiş bir cepheleşme olacak ve Erdoğan bütün bu cepheye karşı yalnız kalacak. Türkiye için son derece tehlikeli bir durum.

Türkiye ne yapmalı? Türkiye geçmişin kötü alışkanlıklarından nasıl kurtulacak? Yani darbeler, kumpaslar, komplolar nasıl bitecek?

Geçmişin hayaleti hala Türk siyasal sisteminin üzerinde. Kötülere karşı geniş bir koalisyon oluşturmak lazım. Maalesef bu noktadan çok uzaktayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan “tek başıma kalsam da paralele karşı mücadeleme devam edeceğim” diyor. Eğer bu noktaya geldiysek korkunç.
Her Türk vatandaşı bu demokrasi savaşında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın safında yer almalı. Çünkü Başkanlık yolunda “paralel” bir diken. Ama bu geniş birliği kurmak için kanımca Cumhurbaşkanı Erdoğan daha fazlasını yapmalı.

“Geçmişten gelen hayalet”: Bu hayalet neden sürüyor?

Maalesef Türkiye’de siyaset malzemesi kötü. Her konu demagojiye, polemiğe çıkıyor. Kavga için her şey mubah. Paralel tartışmasında da durum aynen böyle. Türk demokrasisinin olgunlaşmaya ihtiyacı var. Soğukkanlılık, daha çok siyaset bilimi analizi : Türk demokrasisini yukarıya bu parametreler çekecek.

“Paralel” konusunda muhalefet iktidarı eleştiriyor. “Hani siz arkadaştınız?” “Paralel yargıçları göreve siz getirmediniz mi?”. Bu konuda benzer düşüncelerin peş peşe geldiği görülüyor.

Şüphesiz bu eleştirilerde gerçek payı var. AK Parti iktidarı başlangıçta “Cemaat” ile el ele yürüdü. Ama bu dündü. Bugün durum değişti.

Siyaset Bilimi bu tür yüz seksen derece dönüşlerin tarihsel örnekleri ile dolu. Mesela ? Osmanlı İmparatorluğu ordusunun çekirdeği, özü, göz bebeği “Yeniçeri ocağı” idi. Savaşlarda Padişahın vurucu gücü Yeniçerilerdi. Ama sonraları ? Yeniçeriler işi Padişaha baş kaldırmak, sadrazamın kellesini almak, bizzat Padişahı öldürmek noktasına taşıyınca top yekün ortadan kaldırıldılar, yok edildiler, tarih oldular.

“Paralel” işte böyle bir olay. İktidarın el değiştirmesi hedeflendi. 17 – 25 Aralık operasyonlarında “darbe” yapılmak istendi. Savaş açığa çıktı. “Paralel” artık “çıplak”. Hayalet açığa çıktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir siyaset bilimi şaheseri olan “paralel” tanımı var. Ders kitaplarına alınmalı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “paraleli” bizzat tanımladı: “Paralel”, “kanserli hücreler”. “Kanserli hücreleri temizlememiz şart” dedi. ” Adalet ülkesine ve milletine ihanet içindeki bir çete tarafından, bir kısım savcı ve hakim aracılığıyla istismara dönüştü. Başka güçlerin emrindeki hakim ve savcıların adaleti tesis etmesi mümkün değil. Bunlar, Mevlana’nın deyişiyle dikene su veriyor. Yeni Türkiye için, adalet sistemimizden başlayarak tüm toplumu bu kanserli hücrelerden temizlememiz gerekiyor. “Hukuk mu, kanun mu?” derseniz, benim savunacağım şey hukuk. Vicdan kapısı hukuka değil başka yerlere açılanların yaptığı zulümdür. Emniyet ve adalet teşkilatları içerisinde yuvalanmış bir çete ülkenin güvenliği ve adaletin tesisi için kendilerine emanet edilmiş imkanları kullanarak bir darbe yapmaya teşebbüs ettiler. İnsanlık tarih boyunca peşinde koşulan bir özlemin sembolü olan adalet teşkilatımız bir kısım savcı ve hakim aracılığıyla ülkesine ve milletine ihanet içindeki bir çete tarafından istismara dönüştü. Zihnini ve vicdanını bir takım güçlerin emrine vermiş kişiden hakim de olmaz savcı da olmaz, olamaz. Vicdanının kapıları hukuka, adalete değil de başka yerlere açılanların yaptıkları zulümdür. Onlar Mevlana’nın deyimiyle dikenlere su vermeye başlamışlardır. Yeni Türkiye için adalet sistemimizden başlayarak tüm kurumlarımızı bu kanser hücrelerinden hep beraber temizlememiz gerekiyor. En büyük desteği, soruşturmalarını hukuk adına yapan savcılarımızın, hükümlerini millet adına veren hakimlerimizin vermesi gerekiyor”.

Cumhurbaşkanının teşhislerine katılmamak mümkün değil. “Paralel” paldır küldür çalışıyor. İnsanları peşin olarak, ön yargılı olarak suçlu kabul ediyor. “Paralel” Hakimler evrensel hukuk kurallarına uygun hareket ediyor mu? Mahkemeler hukuk skandalları suçlamasıyla karşılaşıyorlar. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ konuşuyor: “suçsuzduk. Hüküm giydik. Bazı arkadaşlarımız hapishanede hasta oldu, öldü”. Şimdi o ve diğer arkadaşları bu mahkemeler konusunda suç duyurusunda bulunuyorlar.

Başkanlık sistemi “paralelin” tasfiyesine otomatik olarak yol açmıyor.

Tehlike çok büyük. Türk yargı tarihinin geçmişinde çok karanlık sayfalar var. Büyük siyah lekeler var. Başka hiçbir meslek grubunda bu kadar ağır bir sicil yok. Doktorlar, cerrahlar hastalarını ölüme gönderseler ne olurdu? Yassıada mahkemelerinde sözde yargıçlar kürsülerinden bağırdılar. “sizi buraya getiren irade böyle istiyor” dediler. Karşılarında tutuklu bütün bir iktidar grubu vardı: Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm bakanlar, tüm iktidar partisinin milletvekilleri. Uyduruk delillerle, komedi celselerle, yalan ve iftiralarla çoğunu ölüme mahkum ettiler. Başbakan ve iki bakanını vahşice astılar. Bu bir hukuk cinayeti değil mi? Cellada Menderes’i teslim edenler nasıl hukuk adamları idi? Bu nasıl adaletti? Bu nasıl “adil yargı” idi? Türkiye bütün dünyaya geri kalmış bir ülke görüntüsü verdi. Cellatla “sözde yargıçlar” arkadaş olmuşlar, ortaklık kurmuşlardı. Paralel bugün bunun devamı. Çünkü o Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “bir kanser”. Ceza hukukunu ayaklar altına alıyor. Eline geçeni öleceğini bile bile hapse yolluyor. Bundan keyif alıyor, bununla besleniyor. Ceza hukukunu tekmeliyor, hukuku tekmeliyor, insanları tekmeliyor, cellatla arkadaşlık ediyor. Menderes’i uyduruk delillerle bunlar astılar. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı bunlar için geçerli değil. Çünkü bunlar bir kanser. Dün askerlerle bir oldular Menderes ve Bakanlarını astılar. Daha sonra askerleri zindana tıktılar. Genelkurmay eski Başkanının Başbakan Erdoğan’a söylediği söz: “bugün bize yarın size”. “suçsuzduk, tutuklandık, arkadaşlarımız hasta oldular, öldüler”.

Çok şükür Erdoğan 17-25 Aralık darbesine karşı koydu. Direndi. Kazandı. Türkiye’nin yeniden “Yassıada” görüntüleri ile karşı karşıya kalmasını engelledi.

Ama muhalefet partileri bu imtihandan geçemediler. “Darbe” nin gerçekleşmemesinden üzüntü mü duydular? Eğer muhalefet partileri “darbe”ye “darbe” diyebilselerdi Türk demokrasisinin dünyadaki itibarı çok yukarılara çıkardı. Maalesef doğru veya yanlış kamuoyunda muhalefet partilerinin paralelle iş birliği çizgisi içinde olduğu algısı uyandı. Yanılıyorsak düzeltsinler.

HSYK DEVREDE

Şüphesiz HSYK devrede. 2’nci Daire Başkanı Mehmet Yılmaz ”Savcıların görevde kalmalarının yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceği sonucuna vardık . Savcıların yaptıkları görevleri nedeniyle değil hukuken davranmaları gereken şekilde davranmamaları , soruşturmaları Ceza Muhakemesi Kanunu’nun kurallarına uygun ve tarafsız yürütemedikleri kanısına varıldığı için …” diyor. HSYK Türk Yargısının itibarı açısından bir büyük beyaz sayfanın altına imzasını atıyor.

17-25 Aralık darbesi hedefinde dört Bakanın olduğunu iddia etse de esasında amacı çok daha genişti . Önce yukarıya doğru : Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı makamından uzaklaştırmak ve ailesini mağdur etmek . Sonra : taraftarlarını bertaraf etmek . Bu ne demekti ? Ak Parti’yi bölmek bir kısmını Cumhurbaşkanı Erdoğan karşısında mevzilenmeye çekmek . Ama çok daha geniş bir hedef : Erdoğan’a taraf olan bilim adamlarını, sanatçıları linç etmek . Medya da ve mümkünse de ellerine geçirirlerse yargı önünde . Bu açıdan 17-25 Aralık sonrasında neticelenmiş tüm davaların dosyalarının HSYK tarafından incelenmesi lazım . Kararlar tarafsızlıkla verildi mi yoksa bu kararlarda ”paralel”in çok açık izi var mı ? Hangi çevrelerden kaç kişi tartışmaya çok açık bir şekilde “paralel” tarafından mahkum edildi?

Çok sayıda örnek olduğuna ben inanıyorum. HSYK bu konuda şikayet kanallarını sonuna kadar genişleterek açık tutmalı. İtirazların Yargıtayda neticelenmesini beklemeden yargı kararlarının ceza hukukuna uygun olarak yapılıp yapılmadığını mercek altına almalı. Türk halkı ne kararlar verilmiş nasıl verilmiş bilmek istiyor. Yoksa hukuka itibar kazandırmak sözü havada kalır. Düzgün çalışan yargıçlarında bu talepten memnuniyet duyacaklarına emin olmak gerekiyor.

Son bir yılda yargıda verilen kararlar incelenirse kim paralel kim değil bir turnesol kağıdı gibi anlaşılır. Kriter gayet basit : hangi dosyalarda kimler hüküm giymiş . Bu dosyalar Ceza Hukuku’nun usulüne göre incelenmiş mi ? Yoksa o hukuk apaçık ayaklar altına alınmış mı ?

Bunlar yapılmazsa ne olur ? Darbe devam eder .Cumhurbaşkanı Erdoğan ve taraftarları pasifize edilinceye kadar , yok edilinceye kadar devam eder . Hukuk paldır küldür kullanılır . Çiğnenir . İnsanlar paldır küldür hapse atılır . Herkes İlker Başbuğ kadar sağlıklı olmayabilir . Başbuğ’un dediği gibi suçsuz yere hapse atılan kişiler hastalanır ve ölür .

İktidar olmanın sorumlulukları var. Sandıktan çıkan iktidar tabii ki kendini savunuyor . Ama taraftarlarını da savunmak zorunluluğu var. Yıllardır Türkiye sevgisiyle Erdoğan’ı savunan kişilerin şimdi ”paralel ” tarafından ” linç ” edilmesine iktidar izin verecek mi ? ”Linç” kelimesini bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan telaffuz etti . Ama şimdi fiili olarak netice bekliyoruz . ”Darbe ” yalnız dört Bakana karşı yapılmadı. Savunma da sınırlı olmamalı. Tüm mağdurları kapsamalı.

“Paralel yargı” konusunda hangi aşamadayız?

Kamuoyu bilgisiz. Bilinen nokta: tayinler yapılmış. Örneğin: bazı yargıçlar İstanbul’dan alınıp batıda, güney doğuda görevlendirilmiş. Gittikleri yerlerde “paralel” icraatların devam ettiği konusunda yazılı ve görsel medyada yoğun şikayetler var. Bunlar ne kadar gerçek? “Kanser” tayinle halledilmez. Batıya, doğuya, güney doğuya tayin edilen bazı yargı mensuplarının “paralelliklerini” azdırarak sürdürdükleri konusunda yoğun şikayetler basın ve televizyonlarda tekrarlanıyor. Kanser metastaz yapıyor. Tayin edilen “paralelciler” kimler? Hangi davalara bakmışlar? Bu davalarda ceza hukuku kurallarına uygun davranmışlar mı? Yoksa hukuku tekmeleyerek insanı çıldırtan gerekçeli kararlarla hukuku lekelemişler mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın analiz ettiği “kanser” yayılmaya devam ediyor mu? Dosyaları bütünlüğü içinde ele almadan 2015’de hayal bile edilemeyecek davranışlarla hiçbir somut delil olmadan insanları fiili olarak Başbuğ’un dediği gibi ölüme göndermeye devam ediyorlar mı? “Paralelle” barış yapılmaz. Yarın hiç ummadığınız “ortaklarla” iş birliği yapıp hayatınızı karartabilirler. 2015 Türkiye’sine yönelmiş ana tehdit bugün “paralel”dir. Çünkü Türkiye düşmanı ve Erdoğan düşmanı bütün güçlerin suladığı bir kansere dönüşmüşlerdir.

Paralelin kim olduğunu en iyi Adalet Bakanlığı biliyor. Bu konudaki tedbirleri de HSYK alıyordur. Kamuoyu bilgilenmek istiyor. Çünkü “Adil yargı” olmazsa gerçek bir demokrasi olamayız.

Zirve de teşhis konuldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan “paralele” “kanser” teşhisi koydu. Şimdi sınavı bakanlık koltuğuna oturan siyasiler vermeli: Türkiye “paralel” ile yaşamak istemiyor.

DÜNDEN YARINA

Yıllardır gerek TGRT’deki programlarımda gerek katıldığım televizyon programlarında Başkanlık sisteminin Türkiye’yi düzlüğe çıkartacağını savundum.

“Yeni Anayasa ve güçlü bir başkanlık sistemi Türkiye’nin gücüne güç katacaktır.

Ama iktidarın güçlenmemesi için tarlaya mayın döşeyen çok.” Bu yazıyı 31 Ekim 2011’de yazdım. Diğer bir çok yazımda olduğu gibi bu yazımda sloganlaştırıldı. “Başkanlık sistemi Türkiye’nin gücüne güç katacaktır” dendi.

Gezi’den önceki yazım: “manşet senyörleri, merkez medya, bir kısım İstanbul sermayesi, büyük STK’ların yöneticileri var. Bunlar çok güçlü. 2014 yılında seçim öncesinde olmasa bile seçim sonrasında karambol çıkarabilecek güçteler. Hayalleri karambolden gol atıp Erdoğan sonrası sayfayı Türkiye’de açıp eski günlere dönmek”. (Hoşgeldiniz sayın Başbakan – 14 Ocak 2013) Bu yazıdan kısa bir süre sonra Gezi olayları patlak verdi.

Süreç bitmedi: 17 – 25 Aralık darbe teşebbüsü peşinden geldi.

Yazımın başında ünlü Siyaset Bilimci Maurice Duverger ile yaptığımız konuşmaları lütfen hatırlayınız. İktidar kendini savunmak zorunda. Hele siyasi tarla Türkiye’deki gibi zorsa. Çünkü Türkiye’de mücadele çift cephede sürüyor: Başkanlık sisteminin kurulması ve “paralelin” tasfiyesi. Bu iki cepheden birindeki başarısızlık öbürünü de iflasa sürükler. Paralel tasfiye edilmeden Başkanlık sistemi ayakta zor kalır. Sonuçta kazanan er yada geç paralel olur. Çünkü hatırlamak lazım: paralel uzun vadeli düşünüyor: 7 Haziran seçimleri onun uzun vadeli düşüncesinde sadece bir ilk etap.

PROF. DR. BENER KARAKARTAL

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.