Başkanlık sistemi: Kaçan fırsat - Haber 1Haber 1

Başkanlık sistemi: Kaçan fırsat

14 Ocak 2016 - 11:38

ABONE OL

Türkiye 2014 sonbaharında Anayasal açıdan Başkanlık sistemine girdi. Fiili olarak ta başkanlık sistemini yakalar gibi oldu. Ama bu fırsatı yakalayamadı. Eğer yakalamış olsaydı 2016 yılında “Başkanlığa geçelim” arayışına hiç lüzum kalmayacaktı. Neden böyle oldu? Fırsat neden değerlendirilmedi. Kaçan fırsatın sorumlusu kim ? Cumhurbaşkanı Erdoğan mı? Başbakan Davutoğlu mu? yoksa ikisi mi? yada Ak Parti düşmanları Paralel örgüt mü? Muhalefet partileri mi? bu sorulara bu incelemede cevap bulacaksınız.

ZAMAN TÜNELİNDE

Türkiye 2014-2015 yıllarında çok önemli bir fırsatı kaçırdı. Bu fırsat neydi? Anlamak için Cumhuriyet’in ilk yıllarına dönüyoruz ve oradan 2014 yılına adım adım ilerliyoruz.

ATATÜRK: BİR SÜPER BAŞKANLIK DÖNEMİ

Atatürk güçlü başkandı. “Değiştirilebilir Başbakanlık” sisteminden yanaydı. İcraatı kendisi planlıyor ve uygulamayı Başbakanlara bırakıyordu. Memnun kalmayınca Başbakanı değiştiriyordu. 1937 yılında Başbakan İnönü’yü görevinden aldı. Celal Bayar’ı Başbakan yaptı.

Atatürk’ün özelliği güçlü iktidar idi. Hiçbir vesayetin yolunu kesmesine izin vermedi. Ne askeri vesayet, ne yargı vesayeti. Kararlaştırdığı yoldan dimdik gitti. Gerektiğinde Başbakanlarını görevden aldı. Fethi Okyar, İsmet İnönü, Celal Bayar Atatürk’ün Başbakanları oldular.

1946: TÜRKİYE’DE PARLAMENTER SİSTEM BAŞLIYOR: ADIM ADIM KAOS

Çoğulcu demokrasiye fiili olarak 1946’da geçtik. Ama yanlış mı başladık?

Daha sonraları başkaları Türkleri dünyada bir numara yapan Osmanlı sisteminden esinlenip siyasi modeller kurarken biz 1946’dan itibaren adapte olamadığımız bir parlamenter sisteme yöneldik. Bu sistemin uygulanması Türkiye’de bir facia oldu.

PARLAMENTER SİSTEM TÜRKİYE’DE NEDEN KAOSA YOL AÇTI?

Muhalefet partileri ve işveren çevreleri bugün Türkiye için en iyi sistemin parlamenter sistem olduğunu ısrarla savunuyorlar. Gerçekte Türkiye’de parlamenter sistem bir kaos , cehennem rejimi olarak çalıştı. İstedikleri “yaşasın kaos” mu?

Parlamenter çoğulcu demokrasi Türkiye’de fiili olarak 1946 yılında başladı . Şu neticeye bakalım : ekonomi inanılmaz tökezledi. Türkiye fakir kaldı . Halk fukaralık , dilencilik düzeyine indi. Çağdışı üniversitelerde öğrenciler birbirlerini öldürmeyi öğrendiler . On binlerce öğrenci öldürüldü , yaralandı , sakat kaldı .

Ülke on ”cent”e muhtaç duruma geldi . Türkiye dış politikada zengin ülkelerin taşeronu oldu . Şehirler döküntü görüntülerle yüreğimizi sızlattı . Her şeyi dışarıdan alır olduk . Daha doğrusu alamaz olduk . Şeker , kahve , benzin , mazot piyasada ne varsa yoklara karıştı . Geceleri sokaklar çıkılmaz oldu . Yurtdışına çıkış fiili olarak yasaklandı : iki senede bir sembolik bir dolarla izne bağlandı. Evlerde sular akmıyor , kaloriferler yanmıyordu .

Politikacıların bazıları zenginleşti ama fatura onlara da kesildi . Sağcısıyla solcusuyla hapishane tatmamış lider kalmadı . Solcu Ecevit ve Baykal, sağcı Demirel , Erbakan , Türkeş hapsedildiler . Rekor ceza Demokrat Parti’ye kesildi . Başta Cumhurbaşkanı , Başbakan ve tüm Bakanlar ve partinin tüm milletvekilleri hapsedildiler. Birçoğu ölüme mahkum edildiler.

”Adalet mülkün temelidir” diyen ve yüksek kürsülerinden Cumhurbaşkanı ,Başbakan ve Bakanlara bağıran ve hakaret eden yargıçlar ”Türk Milleti ”namına onları cellada yolladılar. İçişleri Bakanı ”intihar ”etti . Dışişleri ve Maliye Bakanları asıldı . Asılmak istemeyen Başbakan Menderes intihar etti .Canlandırdılar ve öyle astılar .

Fabrikalar işgal edildi . Provoke edilmiş genç nesiller sağcı solcu diye birbirlerine kırdırıldı . Çiçeği burnunda Türk Sanayii boğulmak istendi . İşçilere fabrikaları işgal ettirdiler , ve patronlara ”siz de gelin , sizi fabrikanızın içinde yakacağız ” diye bağırttılar. Türkiye’nin en ünlü bir Holdinginin patronlarından birini militan gençlere öldürttüler.

Türkiye’de bir cennet gibi gösterilmek istenen bir cehennem: parlamenter sistem. Şimdi muhalefet partileri kendi liderlerini hapse attıran , öldüren bu sistemi bir ideal gibi anlatmaya çalışıyorlar . Kimse inanmıyor.

Birde Türkiye’de “kaos bir fırsattır” diyen ayrı kategoriler var. İçerdeki “fırsatçılar”: “küçük olsun benim olsun” diyenler. Dışardaki düşmanlar: Türkiye küçük olsun, “küçük olsun piyon olsun” diyenler.

1982: BİR SİSTEM ARANIYOR

Kaotik parlamenter sistem bir cehennem ateşi içinde 1980’de duvara bütün gücüyle çarptı. İktidar ülkeyi yönetemez hale gelmişti ve bir kez daha parlamentoda sıkı yönetim ilan etmişti. Ve her sıkı yönetim sonrasında olduğu gibi haftalar içinde askerler kendilerine kısmen bırakılan iktidarın tümüne el koymuşlardı.

1982’de her askeri dönemin sonunda olduğu gibi tekrar sivil yönetime geçiş sürecine giriliyor. Benzer dönemlerde olduğu gibi yeni bir anayasanın hukuk profesörleri tarafından hazırlanması isteniyor. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi göreve İstanbul Üniversitesi çağrılıyor.

TÜRKİYE İÇİN ARANAN SİSTEM NE OLACAK?

Gelişmiş demokrasilerde üç tür rejim var. İngiliz sistemi, Amerikan sistemi, Fransız sistemi. Ama biraz yakından bakınca esasında üç değil iki buçuk sistemin var olduğu gözüküyor. Türkiye 1982’de bu sistemlerden hangisine yönelecek?

İNGİLİZ SİSTEMİ

En yaşlı demokrasi İngiltere’de. Sisteme yakından bakınca bir ana hat göze çarpıyor: parlamento- iktidar mücadelesi. Parlamento iktidardaki hanedanın yetkilerine kırpıyor ve onu yarı sembolik hale getiriyor. Sonuç: Hanedan hala sürüyor ama yetkileri artık yok. Rejim bir parlamenter demokrasi. Seçimi kazanan partinin lideri Başbakan oluyor. Parlamentoda oyu yeterli ise tek başına, yeterli değilse koalisyon halinde. İngiltere’de patron parlamentodur ve onun bünyesinde yer alan Başbakandır.

Parlamenter sistem İngiltere’de düzgün çalışıyor. Siyasetçiler, muhalefet partileri, yargıçlar kurallar çerçevesinde düzgün çalışıyorlar. Parlamenter sistemin dünyadaki en parlak örneği İngiltere’dir.

İngiltere’de siyaset malzemesi farklı. İnsanlar bir “konsensüs” kültürü içinde yaşıyorlar. İdeolojik kamplara ayrılmıyorlar. İngiltere’de yazılı Anayasa yok. Daha Cumhuriyet gelmemiş rejimleri hala monarşi. Kimsede rejimi tartışmıyor. Başında pahalı mücevherlerle bezenmiş tacı , gösterişli elbiseleriyle parlamentoya gelen Kraliçe elindeki metni büyük bir ciddiyetle okuyor: “biz İşçi Partililer ” . Başka bir sefer ”biz Muhafazakarlar ” . Aradaki fark : seçimler yapılmış .Bir kez İşçi Partisi kazanmış , bir diğer kez de Muhafazakar Parti . İngiltere’de askeri darbe yok .İngiliz halkı adına konuştuğunu iddia eden ve ülkenin en ünlü şairlerini , bilim adamlarını , profesörlerini, siyasetçi ve devlet adamlarını cellada , hapishanelere , ölüme gönderen yargıçlar yok .Kılı kırk yaran gerçek yargıçlar var. Demokrasi bu . Parlamenter sistem bu .

Bu rejim Türkiye’de hiç varolmadı . Yakın bir zamanda Avrupa’nın en büyük kenti İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı sırf ders kitaplarında olan iki satır bir şiiri okudu diye koltuğundan alındı ve hapse tıkıldı . Acaba Londra Belediye Başkanı ne düşünmüştür? Bu durum rüyasına girip uykusu kaçmış mıdır?

AMERİKAN SİSTEMİ

İkinci tür rejim: ABD. Burada Başkanlık sistemi var. Başkan doğrudan halk tarafından seçiliyor. Başbakanlık kurumu yok. Başkan Kongrenin denetimi altında. ABD’de patron Başkan ve Kongredir.

Esasında İngiltere ve Amerika’daki sistem aynı sistemlerdir. Dış görünüş kimseyi yanıltmasın. İki sistem aynı sistemin aynadaki iki yüzü gibidir. ABD sistemi İngiliz sisteminin kızıdır. Açıklayalım:

Katıldığım tüm televizyon programlarında ve yazdığım tüm yazılarda inatçı bir şekilde ABD sisteminin Türkiye’de yürümeyeceğini tekrarladım. Neden? Amerikan Anayasası anglo-sakson modelinde olup Türk toplumuna hiç uymamaktadır. Neden mi? Aynı İngiltere’de olduğu gibi Amerika’da güç parlamentodadır. Paranın kontrolü parlamentodadır. Aynı İngiltere’de olduğu gibi ABD’de de parlamento iktidara karşı gücü eline geçirmiştir. İngiltere’de hanedan devam etmektedir. Amerika’da ise iktidarda en fazla sekiz yıl kalabilen seçilmiş bir “kral” vardır. Tüm harcamaları ve atamaları parlamentonun kontrolü altındadır.

İngiltere ile iktidar-parlamento konuları dışında, diğer konularda büyük farklılıklar var. ABD İngiltere’nin “kızıdır” ama oldukça farklı bir kız. Çünkü Amerika yeni topraklar üzerinde kurulmuş, amaçları farklı çok hırslı bir ülkedir.

Önce “Amerika dikensiz bir gül bahçesidir”. Dozer tarlayı sürmüş, tarlada derin iz kalmamıştır. Amerika dizayn edilmiş bir tarlada yetişmiş dev bir çiçektir.

Açıklayalım: Amerika’yı vizyon sahibi, gözü kara, çok zeki ve çok hırslı liderler kurmuşlardır. Ülke büyük olsun istemişlerdir: Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar.

Bu geniş coğrafyada önce Kızılderilileri tasfiye etmişler. O günün sloganının “en iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” olduğunu hatırlayalım. Bugün Amerika’da Kızılderililer neredeyse folklorik bir düzeydedir.

İkinci aşama: Ülkenin büyük olması ve Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar uzanması için toprak genişlemesi: Güneydeki bugünkü 13 eyalet Fransa’dan parayla satın alınmıştır. Meksika’dan ise önce savaşla, sonra parayla California ve Teksas’ı kopartmışlardır.

Üçüncü aşama: Bütünlük. Birlikten ayrılmak isteyen Güney eyaletlerini son derece sert ve kanlı bir iç savaşla tekrar birliğe bağlamışlardır. Ordunun sivil halkı adeta katlettiği bu acımasız iç savaşı Hollywood “Rüzgar gibi geçti” filmiyle ölümsüzleştirdi. Amerika’nın bölünmesi fiili olarak kanla yasaklanmıştır. Bu konuda slogan “sıkıysa Birlik’ten ayrıldır”.

Son aşama: İdeolojik bütünleşme: 1920’lerden itibaren FBI ülkedeki tüm sosyalist, sol, komünist, Bolşevik hareketleri yok etti.

Neticede dizayn edilmiş, dikensiz bahçe haline gelen ABD’de birlikten ayrılmamak, birliği ideolojik olarak eleştirmemek şartıyla her renkten, her ırktan, her kökenden, her dinden üç yüz milyon insana özgürlükler verildi: “Amerikan Rüyası…” Çalışın siz de zengin olun denildi. Amerikan bayrağı, Beyaz Saray, Amerikan Başkanı bu sistemin muhafızları oldu.

Amerikan sisteminde siyasal yapı Türkiye’ye hiç benzemiyor. Amerika’da siyasette ideolojilere yer yok. Mecliste örgütlü partiler, parti genel başkanları, parti disiplini yok. Kongre üyeleri özgür. Oylamada kendi özgür iradeleriyle oy kullanırlar. Her birinin tek tek ikna edilmesi gerekiyor. Bu nedenle Amerika’da lobi şirketleri çok gelişmiştir ve yasaldır. Her bir kongre üyesi için hedefe odaklı lobicilik faaliyetlerde bulunurlar.

Ne siyasal, ne ideolojik, ne partiler açısından Türkiye “dikensiz bir gül bahçesi” değildir. Amerikan modelinin “çok dikenli Türkiye bahçesinde” filizlenmesi kolay gözükmüyor.

FRANSIZ SİSTEMİ

Bugünkü istikrarlı Fransız sistemi, “tarihi Türk sisteminden mi” esinlendi.? Önce Fransızlar bugünkü sistemi neden kurdular. Bunu inceleyelim ve sonra tarihi Türk sistemi ile olan ilişkilerine göz atalım.

FRANSA NEDEN 1958’DE KÖKLÜ BİR SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİNE GİTTİ

Tarih boyunca Fransa iç çatışmalardan çok derin yaralar aldı. Fransa 1789’dan 1958’e kadar neredeyse iki yüz yıl non stop ihtilal ve kaos yaşadı. Fransız İhtilalinden sonra Kralın, Kraliçenin, Aristokratların kafaları kesildi. Daha sonra devrimciler birbirlerini öldürmeye başladılar, radikaller ılımlıları, ılımlılar da daha ılımlıları öldürdüler. Fransa’da siyasi kaos içinde o kadar çok insanın öldürülmesi gerekti ki ihtilalciler yeni bir öldürme aletini ihale yoluyla aradılar.

Fransız İhtilal Meclisinde Doktor Guillotin ve Cerrah Antoine Louis’in aleti ”giyotin” birinci ilan edildi . 50 adet giyotin sipariş edildi ve ilki Paris’in en ünlü meydanı şimdiki adıyla Concorde Meydanına yerleştirildi .Yeni alet süratli çalıştığından kısa zamanda yirmi bin kişinin kafası kesildi .

Fransa’da 1789’dan 1958’e kadar Cumhuriyetler, darbeler ihtilaller peş peşe geldi . Napolyon iki defa , yeğeni 3. Napolyon bir defa askeri darbe yaptı. Fransız ”parlamenter ”sistemi de fevkalade istikrarsızdı. 1958’e kadar Fransa’da 4 Cumhuriyet kuruldu 1945’ten 1958’e kadar süren 4.Cumhuriyette bir hükümetin ortalama ömrü 7 aydı

1958 yılında Fransa yeni bir iç savaşın eşiğindeydi . Görevde olan Cumhurbaşkanı Rene Coty , General De Gaulle’e Devlet Başkanlığını teklif etti. Teklifi De Gaulle şartlı olarak kabul etti .

Bu şartlar nelerdi? Yeni bir Anayasa . Bu Anayasanın ana direği Cumhurbaşkanı olacaktı . Cumhurbaşkanlığı ile ilgili maddeleri De Gaulle bizzat dikte etmiştir: halk oyu ile seçilen Cumhurbaşkanı Başbakanı göreve getirmekte ve gerektiğinde teşekkür ederek görevden alabilmekteydi .Başbakanın adı değiştirilmiş ”Premier Ministre ” , Birinci Bakan olmuştu.

Bakanlar Kurulu her hafta Cumhurbaşkanının başkanlığında Başkanlık Sarayında yapılacaktı. Cumhurbaşkanı gerektiğinde Meclisi feshedebilmekte ve seçimleri yenileyebilmekteydi. Gerektiğinde olağanüstü hal ilan edebilmekte ve önemli kanun maddelerini doğrudan referandum yolu ile halka sunabilmekteydi.

Bu sistem, resmi adıyla Beşinci Cumhuriyet bugün Fransa’da yürürlüktedir. Özü: çok güçlü Cumhurbaşkanı ve “değiştirilebilen” resmi adıyla “Birinci Bakan” olan Başbakan.

Bu süper Cumhurbaşkanlığı sistemi Fransa’nın gücüne güç kattı. Amerika ve Sovyetler Avrupa’dan çıkarıldı. AB ve Euro kuruldu. Askeri ve sivil planda Fransa nükleer çağa girdi. Üçüncü jenerasyon nükleer santrallerde Fransa dünya şampiyonudur. Fransa’da elektriğin yüzde sekseni ucuz bir şekilde nükleer santrallerden elde edilmektedir. Fransa uzayda çok iddialı bir hale gelmiştir. Türkiye’de evlerimizde televizyon dizilerini uzaydaki Fransız uyduları vasıtasıyla seyrediyoruz. Hızlı trenlerde Fransa dünya şampiyonudur. Hızlı trenler Fransa’yı bir örümcek ağı gibi sarmakta, Manş denizi altından Paris’i Londra’ya bağlamaktadır. Atmosfer dışında stratosferde ses süratinin üstünde 23 bin metre yüksekte mach 2,3 süratinde bir salon konforunda uçan Concorde uçağından 14 adet üretilmiş ve Fransız Cumhurbaşkanları kıtalar arası seyahatlerini bu uçakla yapmaya başlamışlardır .Dünyanın en süratli askeri uçakları bile stratosferde ses süratinin üstünde 99 yolculu bu uçağı en fazla iki buçuk dakika izleyebilmekteydiler. İçinde uçtuğum için biliyorum: normal uçaklar türbülanslarda inim inim inlerken Concorde on bin metrede ana motorlarını ateşliyor, bulutları terk ediyor, süratini saatte 2300 km’ye çıkarıyor ve 23000 metre yükseklikte stratosferde bir salon konforunda yolcularına lüks menüsünü sunuyor. Bunları hep De Gaulle istedi. Bugün de “Concorde” un kızları airbus’ler rakibi Amerikan Boeing’e duman attırıyor: dünyanın en büyük iki katlı uçağı A380 Fransa’da yapılıyor.

Bütün bunlar De Gaulle’ün önemli maddelerini bizzat kaleme aldığı yeni Anayasa sayesinde oldu. De Gaulle’ün bursuyla Fransa’da okudum, orada öğretim üyesi olup De Gaulle’ün ekibinin içinde çalıştım. Fransa’da olup bitenin doğrudan şahidiyim.

Bu yeni Anayasal sistem Fransa’da hasta parlamenter sistemi gömmüş yerine çok istikrarlı çok demokratik çok çağdaş bir Fransız türü Başkanlık sistemini getirmiştir. De Gaulle icraatlarıyla yalnız Fransa’nın gücüne güç katılmadı. Yetmiş yaşındaki De Gaulle seksen dört yaşındaki Alman Şansölyesi Konrad Adenauer’ın elinden tutarak Avrupa Birliğini kurdu. Avrupa’dan Amerika ve Sovyetleri çıkardı . Komünizm çöktü . Euro dünyanın en güçlü parası oldu . 17 trilyonluk yıllık geliri ile Avrupa bugün dünyada bir numara , Amerika’nın önünde .

Eğer Fransa’da güçlü Cumhurbaşkanı, değiştirilebilir Başbakan, başta askeri olmak üzere her türlü vesayete karşı çıkan güçlü bir Cumhurbaşkanlığı kurumu olmasaydı Fransa bugün Türkiye’den daha az olan nüfusuyla dünyada beş numara olamaz ve paramparça ve işgal altındaki bir Avrupa’yı birleştirip onu ortak parasıyla ve on yedi trilyon dolarlık yıllık geliriyle dünyada bir numara yapamazdı. Bunu Fransız Siyasal sistemi başardı. Bu durumu gözümle gördüm. Yaşadım.

ÖZET OLARAK

Dünyadaki büyük siyasal sistemlerin parametreleri var. İyiyle kötüyü böyle ayırıyoruz. İyi sistem nedir? İcraat yapmayı sağlayan istikrarlı sistemler. Kötü sistem nedir? İcraatı engelleyen kaos ve anarşi sistemleri: bu sistemlerde yoğun bir şekilde kavga, isyan, başkaldırma ve vesaitler vardır.

Dünyada nerelerde karşımıza iyi sistemler çıkıyor? Nerelerde kötü sistemler ülkeleri mahvediyor? Bu çerçevede Türkiye nerede? Dün neredeydi? Bugün nerede? Yarın ne olacak?

Dünyada zengin ülkeler yüksek faturalar ödeyerek bugünkü sistemlerini kurmuşlar. Bir tarafta İngiliz parlamenter sistemi ve onun “kızı” , ABD sistemi. İki sistem arasındaki bağlantıyı yukarda açıkladık. Öbür tarafta da müthiş istikrarlı Fransız sistemi. Bu sistemi Fransızlar Osmanlı tarihinden mi “kopyaladılar”?

FRANSA 1958 V. CUMHURİYET : OSMANLIDAN ESİNTİLER

TÜRKLER DÜNYAYA SİYASAL MODEL İHRACATÇISI AMA FARKINDA DEĞİLLER

Ülkelerin tarih içindeki performansları var. Önce tarih içinde lider olanlar. Bunlar dönemlerinde dünyada bir numara olmayı başarmış olanlar. Bunların sayıları bir elin parmaklarını geçmiyor.

Örneğin günümüzde bir numara olan ülke ABD. Ruslar tarihlerinin en güçlü olduğu Sovyetler Birliği döneminde bile Amerika’nın arkasında sadece iki numara olabilmişlerdi. Bugün Amerika dünyada bir numara. Dünün bir numarası ise “güneşin batmadığı imparatorluk” İngiltere idi.

Türkler bir numara olmayı on altıncı yüzyılda başardılar. İki yüz yıl boyunca dünya onlardan soruldu. Bunlar tesadüfen olan şeyler değil. Demek ki müthiş bir siyasal sistemimiz varmış. İki yüz yıl boyunca bizi dünyada bir numara yapmış. Dünya bunun farkına varmış. Osmanlı Sultanına “Büyük Türk”, “Muhteşem Türk” sıfatını vermişler. Bizi dünyada bir numara yapan sistemin özelliği neydi?

PROFESÖR DUVERGER İLE SOHBET

Türkiye’de neredeyse tüm kitapları tercüme edilmiş bir Siyaset Bilimci Maurice Duverger’i dinliyorum. Paris Siyasal Bilgilerde Duverger hocam oldu. Sorbonne Üniversitesi daha sonraki yıllarda ortak bir kitabımızı yayınladı. (Mort des dictatures? Maurice Duverger – Bener Karakartal)

Dünya siyaset bilimine yön vermiş bir Profesör olan Maurice Duverger bana Paris’te çok şaşırtan bir açıklamada bulundu. “Biliyor musunuz sayın Karakartal ben iktidarın sırrını İstanbul’da Topkapı Sarayında keşfettim” dedi. Sonra açıkladı: “Topkapı Sarayının etrafında üç sıra sur var. Neden? Moskova’dan gelen Rus’lara karşı değil. İstanbul’dan gelen halk için. İşte iktidar böyle bir şey. Kendini savunmazsa yıkılır.”

Duverger’in bu analizi üzerine hep düşündüm. Nasıl oluyordu da Anadolu’daki ufak bir beylik bir dünya imparatorluğu haline dönüşmüştü. Dünyada zamanında number one olmak çok az millete nasip olmuştu. İskender İmparatorluğu İskender’in ölümü ile sona ermişti. Uzun süreli number one olmak çok az millete nasip olmuştu. Tarihte bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

Osmanlılar ise altı yüz yıl ayakta kalmışlar ve iki yüz yıl boyunca da dünyada bir numara olmuşlardı. Bunun sırrını da Duverger İstanbul’da Topkapı Sarayının çevresinde dolaşırken keşfetmişti.

Duverger’in Topkapı Sarayı’nın surlarına bakarak keşfettiği sır neydi?

İktidarın kendisini savunması. Osmanlı iç içe daireler haline gelen tehditlerin hep baskısı altında kalmıştı. İç isyanlar, Yeniçeri isyanları gibi. Sarayın etrafındaki surlar Aksaray’daki kışlalarından gelen Yeniçerilere karşıydı. Eğer iç isyanlar, Yeniçeri isyanları Osmanlı Hanedanlarını devirseydi tarihte bir Osmanlı sayfası olmayacaktı. Ama Osmanlıyı sürekli kılan esas “görünmeyen sur” Sadrazamlık kurumuydu. Padişah hiçbir zaman doğrudan gayri memnunlarla, isyancılarla karşı karşıya gelmiyordu. Sorunlar tavan yapınca Sadrazam değiştiriliyordu. Yani iktidar kilometreyi sıfırlayıp yola yeni baştan çıkıyordu. Osmanlıyı dünya devleti yapan “sır” işte buydu. Eğer bu yapı olmasaydı Osmanlı bir dünya devleti olamayacaktı. Siyaset bilimi teorisine Osmanlıların katkısı bu oldu. Müthiş! Padişah hiçbir zaman vesayet altına girmiyordu. Yerel isyanları Yeniçeriler bastırıyordu. Vesayet taslayan Sadrazamlar tasfiye ediliyordu. Padişah’ın gözbebeği Yeniçeriler Padişahların canına kastedince kendileri tasfiye oluyordu. Yeniçeri ocağı topa tutuluyor ve Yeniçeriler yok ediliyordu.

Eğer bunlar yapılmamış olsaydı tarihte bir Osmanlı sayfası olamayacaktı. Yerel isyanlarda Osmanlı İmparatorluğu parçalanacaktı. Osmanlı “Balkanlaşacak”, kurda kuşa yem olacaktı. Eğer Sadrazamlar Padişahı devirselerdi yeni hanedanlıklar ortaya çıkacak ve hanedanlıklar savaşı İmparatorluğu bitirecekti. Eğer Yeniçeriler Padişahlığı devirseydi Osmanlı sayfası tarihten silinecekti. Eğer din kurumları, yargı Padişah üzerinde vesayet kursalardı Padişahlık zayıflayacak ve Osmanlı sayfası gene var olmayacaktı.

Dünyanın en ünlü siyaset bilimcilerinden Profesör Duverger’in Topkapı Sarayında keşfettiği bir büyük sır: dünyada nasıl number one olunur? Yerel isyanlara karşı Yeniçeriler, Yeniçeri isyanlarına karşı sarayın etrafında üç sıra sur ve icraatların zayıflığına ve Sadrazamların ihtiraslarına karşı değiştirilebilir Sadrazamlık kurumu.

Özetle Osmanlı’nın büyük keşfi istikrarın sürdürülebilirliğiydi. Buda olunca vizyon sahibi büyük Padişahlar Türkleri tarihin şeref sayfasına taşıyıp Osmanlı İmparatorluğunu dünyada bir numara yapmayı başardılar.

Biz tarihimizin kıymetini bilemedik ama başkaları “bu sırrımızdan” faydalandılar. Fransa istikrarı böyle yakaladı.

Fransa’nın Osmanlı çizgisinden hangi açıdan faydalandılar: iktidar da Padişah ve onun icraatla sorumlu kıldığı Sadrazam. Padişahın kararı ile Sadrazam olan ve gene Padişahın kararıyla görevine son verilen Sadrazam.

Fransa ile Osmanlı arasındaki fark mı? Osmanlı’da hanedan var. Fransa’ da seçilmiş bir Cumhurbaşkanı. Ama ne Cumhurbaşkanı! Fransızlar De Gaulle’ e “seçilmiş kral” diyorlardı. Daha sonraki sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterrand’a vites büyütmesinden dolayı olacak “Tanrı” lakabını taktılar.

TARİHİNE SIRT DÖNEN TÜRKİYE

Osmanlının son dönemi iki çatallı bir arayış dönemidir. Bir çatal çözümü Avrupa’daki Parlamenter sistemlerde aramıştır. Öbür çatal askeri vesayet ve darbeler sürecini başlatmıştır. Başkaları bizim tarihsel sistemimizi örnek alırken biz Türkiye’ye uymayan, gelenekleriyle bağdaşmayan bir sisteme yöneldik.

1982:TÜRKİYE’DE YENİ BİR KAOSUN TOHUMLARI ATILIYOR

1982 Anayasası bir “kopya” anayasadır. Üçüncü Selim’den bu yana model olarak Fransa’yı almak kolaycılığı 1982 Anayasasını yazan İstanbul Üniversitesi anayasa profesörlerinin kafasında da vardı.

Yalnız tercümede bir büyük hata yaptılar. Bu hata 25 yıl boyunca Türk Siyasi hayatını zehirledi. Bu hata neydi?

1958 Fransız Beşinci Cumhuriyet Anayasası bir siyaset mühendisliği şaheseridir. İcra ile ilgili maddelerini bizzat de Gaulle dikte etmiştir. Bu anayasa ile Fransa’daki 200 yıllık siyasi kaos son bulmuştur. Fransa’ya istikrar gelmiş ve istikrarlı Fransa Avrupa Birliğini kurmuştur.

Fransa’ da bu anayasa ile iktidar yer değiştirmiştir. Partiler rejiminden güçlü ve güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı rejimine geçilmiştir. Beşinci Cumhuriyet’te Fransa’da ülkenin temel direği Cumhurbaşkanıdır. 1962 yılında yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanını doğrudan halk seçmektedir. Cumhurbaşkanı

Başbakanı göreve getirmekte ve görevden alabilmektedir. Meclisi feshedebilmekte ve ülkeyi tekrar seçimlere götürebilmektedir. Bakanlar kurulu her hafta Başkanlık Sarayında Cumhurbaşkanı başkanlığında yapılmaktadır. Klasik manada parti yoktur. Beşinci Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanını destekleyenler hareketi vardır. Bu hareketi koordine etmek görevi değiştirilebilir Başbakana verilmiştir. Ama onun da sıfatı değiştirilmiştir. Fransa’da Başbakan yoktur. Bakanların “birincisi” yani “Birinci Bakan” vardır.

De Gaulle Meclisi boş vererek Fransa’yı Referandumlarla yönetiyordu. Halka giderken iki soruyu birleştirerek soruyordu: “… reformumu destekliyor musunuz ve ben iktidarda kalmaya devam edeyim mi?” gibi.

Bu uygulama 1982’de Türkiye’de de aynen kopyalandı ve uygulandı. 1982 Referandumunda seçmenlere “1982 Anayasasını onaylıyor musunuz ve Kenan Evren Cumhurbaşkanı olsun mu?” diye soruldu. Cevap yüzde 92 oranında evet oldu.

1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası büyük bir defoyla yola çıktı. Büyük “defo” Kenan Evren ‘den sonra Cumhurbaşkanları seçiminde ortaya çıktı. Bu “defo” neydi? Anayasanın merkezine Fransa’da olduğu gibi Cumhurbaşkanı konmuştu ama onun seçimi halka değil Meclise bırakılmıştı. Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçiliyordu. Mecliste de patron çoğunluk partisinin lideri yani Başbakandı. Patron artık Başbakandı. Yetkiler Anayasaya göre Cumhurbaşkanında ama Cumhurbaşkanın patronu da Başbakan.! Kafalar iyice karıştı. Anayasadan gücünü alan Cumhurbaşkanı ile seçimlerden yani milli iradeden yani meclisten gücünü alan Başbakan siyaset arenasında çarpışmaya başladılar.

Kenan Evren’den sonra seçilen tüm Cumhurbaşkanları Başbakanlar ile bir iktidar mücadelesine giriştiler. Türkiye’de kaos zirveye yerleşti. Kaybeden siyaset ve ekonomi oldu.

ÖZAL’IN CUMHURBAŞKANLIĞI DÖNEMİ

Özal Cumhurbaşkanı seçilince Anayasanın defosunun farkında olduğundan kendisiyle uyumlu çalışacak bir Başbakan aradı. Bu kişi Yıldırım Akbulut oldu. Akbulut gerçek bir Anadolu beyefendisiydi. Uyumlu olmanın ötesinde gerek Dış Politikada gerek ekonomide başarılı oldu. Ama Özal’ı devirmek isteyenler Özal’ın adamı olarak gördükleri Başbakan Akbulut’u hedef aldılar. Merkez medya her gün uyduruk fıkralarla Akbulut’u bir alay konusu yaptı. Akbulut’un sonunu bir parti darbesi getirdi. Anavatan Partisinde genel başkanlıktan düşürüldü. Mesut Yılmaz Genel Başkan ve Başbakan oldu. Ama ilk girdiği seçimleri kaybetti. Anap iktidardan düştü. Demirel bir koalisyon hükümeti kurarak iktidara geldi. Özal’ı “Çankaya’nın mahpusu” yaptı.

Bu dönemin şahidiyim. Özal’ın üzüntüden adım adım ölüme yaklaştığının şahidiyim. Çankaya’daki sağlık hizmetlerinin bile nasıl zayıflatıldığını bütün Türkiye biliyor. Merkez medya Özal’ın yüce divana gitmesi için müthiş bir kampanya başlatmıştı. 1991 ve 1992 yıllarında Özal’la Senegal’e gittim. Uçak içinde merkez medyadan ve devlet bürokrasisinden çok üst düzey kişiler baskı yapıyorlar “Özal’la konuşma” diyorlardı.

Dakar’dayız. Özal’ın davetlisi olarak Senegal’e gelen Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Alia İzzetbegoviç ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ile beraberiz. Yanımızda ev sahibi İslam Konferansı Başkanı ve Senegal Cumhurbaşkanı Abdou Diouf var.

Özal uçağımızda beraberimizde gelen TRT’ye bir demeç vermek istiyor. “TRT gelsin” diyor. Uzunca bir süre bekliyoruz. Gelen giden yok. “TRT yolu bulamamış” diyorlar. Ufacık Dakar’da bunlar olabiliyor. Üzüntümü Cumhurbaşkanı Özal’a bildiriyorum. Özal elini omuzuma koyuyor. “Hocam doğrular yakın da anlaşılacak” diyor. Bu görüşmeyi 16 Ocak 1993 günü Türkiye gazetesinde sürmanşetten yayınlıyorum. Başbakan istediği zaman bu defolu anayasa sayesinde Cumhurbaşkanını adeta üzüntüden kahredebiliyordu. Bu görüşmemizden üç ay sonra Özal ölüyor.

Defolu anayasa daha sonra göreve gelen Cumhurbaşkanları içinde bir dev sorun oldu. Demirel Çiller’le, Ahmet Necdet Sezer’le Ecevit büyük kriz yaşadılar.

Zirvedeki kriz ekonomide kriz ve kaosa dönüşüyor. Demirel kendisinin partiye aldığı Çiller’i devirebilmek için merkez medya ve askerlerle iş birliği yapıyor. Erbakan-Çiller ikilisi devriliyor. Sezer kendisini göreve getiren Ecevit’le kavga ediyor. Türk ekonomisi ve Türk siyaseti bir cehenneme dönüşüyor. Enerjiler kavganın emrine veriliyor.

Özal 1983’de iktidara geldiği zaman “tarlada izler çok derin” demiş ve ” dört eğilim partisini” kurmuştu. Daha sonra iktidara gelen Mesut Yılmaz döneminde bu siyasal toplayıcı görüş tek eğilim dar görüşüne yerini bıraktı. Netice: Anap tek başına iktidardı. Koalisyonlara mecbur kaldı. Koalisyonlar içinde eridi gitti ve yok oldu.

Defolu Anayasa’nın faturası çok yüksek oldu. Herkes için. İki başlılık bir siyasal sistem için başlı başına bir felakettir. Taraflar birbirlerine düşüyorlar. Özal, Mesut Yılmaz ile çatıştı. Sonuçta ikisi de kaybetti. Ama partileri de. Ana Vatan Partisi tarih oldu, yok oldu. Demirel , Tansu Çiller ile çatıştı. İkisi de zarar gördü. Partileri Doğru Yol Partisi yok oldu. Sezer , Ecevit ile çatıştı. İkisi de kaybetti. Ecevit’in partisi DSP bir daha iktidar olamadı. Ama esas fatura Türkiye’ye çıktı. Bankalar battı, Ekonomi çöktü ve Türkiye tarihinin en bunalımlı dönemine girdi. 2002 seçimlerinde seçmenler iktidardaki tüm partileri tasfiye etti. Meclis dışında bıraktı.

2014: BÜYÜK BİR FIRSAT DOĞDU

2014 Ağustosunda Türk siyaseti büyük bir berraklık kazandı. Erdoğan yüzde elli iki oyla Cumhurbaşkanı seçilmişti. Türk tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanı halk doğrudan seçti. Anayasada ki karmaşa sona erdi. Cumhurbaşkanın artık milli irade ile seçilmişti. Meclis oyları ile değil. Milletten başka kimseye borcu yoktu. Türkiye siyaseti artık istikrar içinde önümüzdeki on yılları hayal edebilirdi.

Sonra bunun tam tersi oldu. Shakespeare türü tiyatro hemen başladı. “Yüzde elli iki oyla seçilen Cumhurbaşkanı artık terliklerini giyip evine çekilmeliydi.””Resmi törenlere katılabilmeli ve siyasetten elini eteğini çekmeliydi.”

Sanki Türkiye’de İngiltere türü bir parlamenter sistem varmış gibi. Seçimlere kurallar gereği tarafsız bir şekilde bakan bir Kraliçe varmış gibi. Sanki Kraliçe saraydan çıkıp politika konuşmaya başlamış gibi. Anti-Erdoğan cephesi bu konuda yaygarayı koparttı.

Erdoğan karşıtları Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmemiş gibi, sanki eski Türkiye devam ediyormuş gibi bir senaryo kurguladılar. Geçmişte Özal ile Mesut Yılmaz’ı , Demirel ile Çilleri , Sezer ile Ecevit’i kapıştırdıkları gibi Erdoğan ile Davutoğlu’nun karşı karşıya getirmeye çalıştılar.

ANTİ-ERDOĞAN CEPHESİNİN TUZAĞINA AK PARTİ Mİ DÜŞTÜ?

2015 seçimlerine giden süreçte AK Parti muhalefetin senaryosuna kanmış bir görünüm verdi. Sanki Türkiye’de bir lider değişikliği olmuştu. Ahmet Davutoğlu şarkılarıyla, türküleriyle, sloganlarıyla, portreleriyle sahneyi doldurdu.

Siyaset Bilimi açısından bu bir intihar eylemiydi. Çünkü AK Parti kuruluşundan beri tek bir liderin damgasını taşıyordu. Hatta bu damga AK Partinin kuruluşundan çok önce başlamıştı.

Hatırlıyorum : Milli Gazete’nin genç bir muhabiri benimle Başbakan Necmettin Erbakan konusunda bir röportaj yapmaya gelmişti. Erdoğan parti dışında tanınmıyordu. Daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmemişti. Ben bu tarihte İhlas grubu içinde rahmetli Enver Ören Beyin davetiyle Türkiye gazetesi ve TGRT için programlar yapıyordum. Milli Gazete’nin genç muhabirinin söylediği bir söze şaşırdığımı itiraf edeyim. “Hocam partinin tabanı tamamen Recep Tayyip Erdoğan’ı tutuyor” dedi. O zamanlar Erdoğan’ı parti dışında kimse tanımıyordu. Ama anlaşılan parti içinde maya tutmuştu. Erdoğan daha sonra kurulacak AK Partinin her şeyiydi. Karizmasıydı, omurgasıydı, hayali ve rüyasıydı.

Yıllar içinde bu kaynaşma zirvelere çıktı. Erdoğan’ı Başbakan ve sonra Cumhurbaşkanı yaptı. Yüzde elli iki oyla. Girdiği her seçimi kazandı. Herkesin gözü önünde.

Ama 2015 seçimlerine giderken bunlar nasıl oldu da unutuldu? Partide yeni bir lider, türküler, şarkılar, sloganlarıyla, ayrı bir üslup, daha entelektüel, daha soyut ifadelerle sahneye yerleşti.

Unutulan gerçek : AK Parti sıradan bir parti değildi. Tarihi bir hareketti. Bir liderin sürüklediği bir hareketti. Bir Recep Tayyip Erdoğan olayıydı. Şimdi artık o Cumhurbaşkanı, siyasetin dışında, evinde oturacak denemezdi.

7 Haziran 2015’e giden süreçte AK Parti örgütü müthiş disiplini içinde fevkalade bir sınavdan geçti. Verilen görevleri harfiyen yerine getirdi. Ama seçmen şaşkınlığını üzerinden atamadı. Bu lider değişikliği havasına adapte olamadı. Seçim mitinglerine olan ilgisi gözle görülür oranda azaldı. Erdoğan’ın sürecin sonunda devreye girmesi de durumu değiştirmedi. Artık çok geçti.

AK Parti kurulduğundan beri elinde tuttuğu muhteşem avantajı, tek başına iktidar olma avantajını bir gecede kaybetti.

Her ne kadar bir şey olmamış gibi davranılsa da bina yıkılmıştı. Yola devam edilecekti. Ama nasıl?

MUHALEFETİN TUZAĞI TUTMUŞTU

AK Partiyi Erdoğan’dan kopartmak, yeni liderin Davutoğlu olduğunu ifade etmek ve sadece onu muhatap almak, Erdoğan’ı evine kapatmak, Cumhurbaşkanından rahatsız olmak… Bu plan yürürlüğe konmuştu. Sanki Türkiye İngiliz usulü bir parlamenter sistem içindeydi. Sanki İngiliz Kraliçesi siyasete müdahale ediyordu. Muhalefet koro halinde 7 Haziran’dan itibaren bu çizgide hareket etmeye başladı. Muhatap Başbakan Davutoğlu’ydu. Cumhurbaşkanı artık siyaset dışı kalmalıydı.

BU ANALİZ YALNIZ LİDER ERDOĞAN KARİZMASIYLA DEĞİL ANAYASAYLA DA TERS DÜŞÜYOR

İtiraf etmek gerekir ki muhalefetin kurduğu tuzak tam bir Shakespeare türü entrika şaheseri. Anayasayı herkesten iyi bildiğini iddia eden kibir dolu yarı cahil sözde Bilim Adamlarının uydurdukları bir senaryo.

Ama bu sakatlık 2014’te geçerli değildi. Anayasanın yanlışı düzeltilmişti. Cumhurbaşkanını artık Mecliste Başbakan belirlemiyordu. Cumhurbaşkanını halk kendisi seçiyordu. Cumhurbaşkanı ile milli irade arasında doğrudan bağlantı kurulmuştu. Fransa’dan tercüme Anayasa mantığına kavuşmuştu. Merkez artık halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanıydı.

2014 Ağustosundan itibaren Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. Muhalefet bir siyasi üçkağıt şaheseri açıklamalarında “teamüllere göre Cumhurbaşkanı siyasete müdahale etmemelidir” demektedir. Bu siyaset bilimi açısından tarihe geçecek bir sahtekarlıktır. Hangi teamüller? 2014 Ağustosunda başlayan dönem tamamen yeni bir dönemdir. Türk tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı doğrudan halkoyuyla seçilmiştir. Eski teamüller çoktan çöp kutusuna gitmiştir. Erdoğan yüzde elli iki oyla Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu yeni durumda Anayasa onu rejimin temel direği yapmıştır. Başkomutandır. Başbakanı göreve getirip görevden almak yetkisi ondadır. Başbakanın en büyük partinin lideri olması da gerekmemektedir. Meclis dışından da olabilir. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Başkanlık sarayında yapılmaktadır. Birde bütün bunlara Erdoğan’ın kuruluşundan itibaren AK Parti içindeki mutlak liderliğini ekleyin. Birde buna Erdoğan’ın karizmasını ekleyin. Gerçek durum budur. Erdoğan kendisi de seçildikten sonra “farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım” demiştir.

Erdoğan karşıtları tam bir kurnazlık içindedirler. Bütün yukarıdaki durumları bilmemezlikten gelmektedirler. Cumhurbaşkanının tarihi ve Anayasal yetkilerine dürbünün ters tarafından bakmaktadırlar. Cumhurbaşkanına “git evinde otur” demektedirler. Başbakana “gerçek lider sensin” deyip Cumhurbaşkanıyla arasını açmaya çalışmaktadırlar.

İtiraf etmek gerekir ki anti-Erdoğan cephesinin “bilim adamları” Erdoğan cephesindekilere iyice fark atıyorlar.Saçma sapan iddialarını bir gerçekmiş gibi yutturmayı başarıyorlar. AK Partiyi kandırıyorlar. 7 Haziran seçimleri sürecinde birinci tuzak kurulmuştu. AK Parti, Erdoğan döneminin adeta bittiği ve iktidara yeni bir liderin geldiğine inandırılmıştır. Bu durumun neticesi AK Parti için facia olmuştur. AK Parti kurulduğundan bu yana ilk defa iktidarı kaybetmiştir. Türkiye partiler rejimi kaosuna geri dönmüştür. Hiçbir şey olmamış gibi hareket etmek doğru olmaz. AK Parti iktidardan düşmüştür. Muhalefet partileri bu durumun suiistimaline derhal geçmişlerdir.

7 Haziran seçimlerini Cumhurbaşkanı Erdoğan kaybetmemişti. Anayasal ve siyasal açıdan yanlış bir taktik uygulayan Başbakan kaybetmiştir. Ama muhalefet Başbakana övgüler düzerek tuzağını kamufle edip genişletmeye girişmiştir. Muhatap olarak Başbakanı almış ve faturayı Cumhurbaşkanına kesmiştir. Cumhurbaşkanına karşı “Siyasete karışma” , “git evine otur”, “sarayı terk et” kampanyasını başlatmışlardır. Başbakanlık bu duruma sessiz kalmıştır.

İtiraf etmek gerekir ki sahanın boş bırakılmasında biraz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorumluluğu vardır. Erdoğan seçildiği zaman “farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım” demişti. Ama bunun gereğini yapmamıştır. Anayasa ona tüm Bakanlar kuruluna Başkanlık etme yetkisini vermektedir. Anayasanın omurgası budur. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda çekingen davranmıştır. Bakanlar Kuruluna çok gecikmeli olarak ve nadir olarak Başkanlık etmiştir. Oysa Anayasanın model aldığı Fransa’da tüm Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında her hafta Başkanlık sarayında yapılmaktadır. Erdoğan’ın sahayı boş bırakması muhalefetin azgınlaşmasına yol açmıştır. Sanki Türkiye’de İngiliz usulü bir parlamenter sistem varmış gibi Erdoğan’a hiçbir yetkisi olmayan bir İngiliz Kraliçesi haline düşürme gayretine girişmişlerdir. Erdoğan cephesinin bilim adamları ise bu ince tuzakları maalesef fark etmemişler ve sistem adım adım bir bunalıma yaklaşmıştır.

BAŞBAKAN DAVUTOĞLU’NA 2014 SONBAHARINDA ŞUNU SÖYLEMEK İSTERDİM

Türkiye’de 2014 yılında yürürlüğe giren sistem yeni bir sistemdir. Fransız beşinci Cumhuriyet’in modelidir. İngiliz parlamenter sistemi veya ABD Başkanlık sisteminden taban tabana zıttır. Fransız modeli sistem ayrıca Türk tarihinden , Osmanlı sisteminden esinlenmiştir. İki başlılığa tahammülü yoktur. Merkezde tek bir lider, karizmatik bir Cumhurbaşkanı vardır. Başbakan’ı o göreve getirir. Başbakan seçimleri liderin kurduğu ve betonarme yapısının liderin karizmasıyla oluştuğu bir parti sayesinde kazanır. Başbakan’ın temel fonksiyonu onu bu göreve getiren Cumhurbaşkanının hedef gösterdiği icraatları başarıyla yerine getirmektir.

Peki bu durumdan Başbakanın siyasi kariyeri Başbakanlıkla sınırlı mı kalacaktır. Tam tersine. Yürürlükte olan model görevini icraatçı olarak başarıyla yerine getiren Başbakanlara Cumhurbaşkanlığının kapısını aralamaktadır. Ama sabırla ve sırasıyla. Örnek mi? Fransa’da başarılı Başbakanlar daha sonra Cumhurbaşkanı olmuşlardır. De Gaulle’den sonra Başbakan Pompidou’nun Cumhurbaşkanı olduğu gibi. Daha sonrada, Pompidou’dan sonra Başbakan Chirac’ın Cumhurbaşkanı olduğu gibi. Cumhurbaşkanlığına giden yol Başbakanlar için açıktır. Ama zamanı gelince.

1 KASIM 2015’DE AK PARTİ TEK BAŞINA İKTİDARI YAKALADI AMA…

1 Kasım 2015 seçimleri Ak Parti için mutlak bir başarıdır. Erdoğan karşıtlarının bütün propagandalarına rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan gücünü hissettirmiştir. “Saray” gündemi tekrar belirlemeye başlamıştır. 1 Kasım seçimleri sürecinde gösterdiği enerjik performans dolayısıyla da Başbakan Ahmet Davutoğlu her türlü övgüye layiktir. Kendisini kutluyorum.

Ama sorun nerede? Eğer Türkiye 2014 yılından itibaren Anayasanın ön gördüğü sistemi tam uygulasaydı Türkiye zaman kazanacaktı. Ne için.

Cevap açık. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi sonucu Türkiye tarihi ile barışıyordu. Yani tarihinde olduğu gibi Türkiye tek başlı icraatçı bir iktidara kavuşuyordu. İktidarda Cumhurbaşkanı ve onun görevlendirdiği icraatçı Başbakan.

Bütün Bakanlar Kurulu toplantılarının Cumhurbaşkanı Başkanlığında yapıldığı bir sistem. Türkiye hem anayasal hem de fiili açıdan aradığı sistemi bulmuş olacaktı. Ama bu olmadı. 2016 başında Türkiye başa döndü. Başkanlık sistemini arıyor.

2016 TÜRKİYE SİSTEMİNİ ARIYOR

2014’de yapılan teknik hata yalnız 2015 7 Haziran seçimlerinin kazanılmamasında etkili olmakla kalmadı. Aynı zamanda moralleri de bozdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan zaman zaman Fransız sistemine referans verse de aynı zamanda çift başlılıktan kaynaklanan sıkıntılarında ifade etti.

Oysa bu çift başlılık uygulamadan kaynaklanıyordu. Yukarda nedenlerini detaylı olarak açıkladık. 2014’de sistem doğru uygulansaydı Türkiye için ideal bir yol bulunmuş olacaktı. Çünkü bu model Türk tarihinin kendisinden süzülerek gelen doğru bir modeldi.

ABD sistemi Türkiye’de yürür mü?

Şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kafasında tek başlı bir iktidar modelinin oluştuğu görülüyor. Her ne kadar Türk tipi olacak dense de bu konuda dünyada var olan sürdürülebilir iki model Başkanlık var . Türk tarihinden esinlenmiş Fransız tipi Başkanlık ve İngiliz parlamenter sistemin kızı olan ABD türü Başkanlık.

TV TARTIŞMALARI KAFA KARIŞTIRIYOR

Türk televizyonlarında kanallar da artık non-stop Başkanlık sistemi tartışılıyor. Bilen bilmeyen konuşuyor. Bilmeyenler iddialı bir şekilde yorumluyor. Dinledikçe Başkanlığa giden yol daha da sisli puslu bir hal alıyor.

GORDİON’UN DÜĞÜMÜNÜ GENE HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ ERDOĞAN ÇÖZECEK

Önümüzdeki günlerde bizi ne bekliyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan herkes konuştuktan sonra devreye girecek ve ikna gücüyle kendi çözümünü Türkiye’ye kabul ettirecek. Bu nasıl olacak? Benim tahminime göre Anayasanın kendisine tanıdığı referandum sürecinin kullanılmasıyla olacak. Ya içerik? Muhtemelen tek başlılık teklif edilecek. Ama bütün tehlike burada başlıyor. Bu referandum sürecinde taraflar müthiş kutuplaşacak. Erdoğan karşıtlarının yelkenlerini “Paralelin rüzgarı” dolduracak.

ESAS TEHLİKE PARALEL

Paralele karşı çok konuşuluyor. Ama bir şey yapılmıyor. Yurt dışına kaçan birkaç kişi ve hakkında soruşturma açılan birkaç kişi devede kulak. Paralel dimdik ayakta. En ufak bir değişiklikte diğer Erdoğan düşmanlarıyla birleşerek kafasında ki senaryoyu yürürlüğe koymaya çalışacak.

”Paralel yargı” tasfiye olmadı, pusuda yatmış bekliyor. 1960’ta Cumhurbaşkanını bile yargılamış ve ölüme mahkum etmiş bir kötü “paralel yargı” geleneği var. Yaşıyor. Bekliyor. 17-25 Aralık onlar için bir parantez .Ne yapıp ne edip tekrarlamak istiyorlar.

Bu yapılmazsa ne olur? Söylenenlerin aksine : ”paralel” çözülmedi . Dimdik ayakta . Pusuda çok fazla sayıda istikrarı bozmak isteyen muhalif var . Türkiye bugünkü istikrarı zor yakaladı . Bozulursa yazık olur . Fatura herkese çıkar . Türkiye’ye çıkar . Çünkü Türkiye’nin istikrarı bir Ak Parti ve onun tarihsel lideri için değil bütün Türk tarihi için önem taşıyor.

Özetle: Türkiye Amerikan tipi bir Başkanlık sistemine yönelirse Erdoğan’a karşı olan geniş muhalif cephe bayram yapar. Bu muhalefet bir aşure gibi. İçinde her şey var: Arap’ı, Yahudisi, Amerikalısı, Avrupalısı, Türkiye’deki sağcısı solcusu, büyük sermaye ve başta da vurucu güç “paralel yargı”. “Paralel” 17-25 Aralıkta yalnız Erdoğan’ın Bakanlarını değil, kendisini, ailesini hedef aldı. Sonra hedef büyüttü. Erdoğan’ın taraftarlarını, sanatçıları, bilim adamlarını tasfiye etmek, Erdoğan’ın tabiriyle “linç etmek” yolunu tuttu. Amacına ulaşmak için sabırla bekliyor. Eğer Erdoğan Türkiye’de ABD türü bir Başkan olursa müthiş bir cepheleşme olacak ve Erdoğan bütün bu cepheye karşı yalnız kalacak. Türkiye için son derece tehlikeli bir durum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “paraleli” bizzat tanımladı: “Paralel”, “kanserli hücreler”. “Kanserli hücreleri temizlememiz şart” dedi. ” Adalet ülkesine ve milletine ihanet içindeki bir çete tarafından, bir kısım savcı ve hakim aracılığıyla istismara dönüştü. Başka güçlerin emrindeki hakim ve savcıların adaleti tesis etmesi mümkün değil. Bunlar, Mevlana’nın deyişiyle dikene su veriyor. Yeni Türkiye için, adalet sistemimizden başlayarak tüm toplumu bu kanserli hücrelerden temizlememiz gerekiyor. “Hukuk mu, kanun mu?” derseniz, benim savunacağım şey hukuk. Vicdan kapısı hukuka değil başka yerlere açılanların yaptığı zulümdür. Emniyet ve adalet teşkilatları içerisinde yuvalanmış bir çete ülkenin güvenliği ve adaletin tesisi için kendilerine emanet edilmiş imkanları kullanarak bir darbe yapmaya teşebbüs ettiler. İnsanlık tarih boyunca peşinde koşulan bir özlemin sembolü olan adalet teşkilatımız bir kısım savcı ve hakim aracılığıyla ülkesine ve milletine ihanet içindeki bir çete tarafından istismara dönüştü. Zihnini ve vicdanını bir takım güçlerin emrine vermiş kişiden hakim de olmaz savcı da olmaz, olamaz. Vicdanının kapıları hukuka, adalete değil de başka yerlere açılanların yaptıkları zulümdür. Onlar Mevlana’nın deyimiyle dikenlere su vermeye başlamışlardır. Yeni Türkiye için adalet sistemimizden başlayarak tüm kurumlarımızı bu kanser hücrelerinden hep beraber temizlememiz gerekiyor. En büyük desteği, soruşturmalarını hukuk adına yapan savcılarımızın, hükümlerini millet adına veren hakimlerimizin vermesi gerekiyor”.

Cumhurbaşkanının bu teşhislerine katılmamak mümkün değil. “Paralel” paldır küldür çalışıyor. İnsanları peşin olarak, ön yargılı olarak suçlu kabul ediyor. “Paralel” Hakimler evrensel hukuk kurallarına uygun hareket ediyor mu? Mahkemeler hukuk skandalları suçlamasıyla karşılaşıyorlar. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ konuşuyor: “suçsuzduk. Hüküm giydik. Bazı arkadaşlarımız hapishanede hasta oldu, öldü”. Şimdi o ve diğer arkadaşları bu mahkemeler konusunda suç duyurusunda bulunuyorlar.

Başkanlık sistemi “paralelin” tasfiyesine otomatik olarak yol açmıyor.

Tehlike çok büyük. Türk yargı tarihinin geçmişinde çok karanlık sayfalar var. Büyük siyah lekeler var. Başka hiçbir meslek grubunda bu kadar ağır bir sicil yok. Doktorlar, cerrahlar hastalarını ölüme gönderseler ne olurdu? Yassıada mahkemelerinde sözde yargıçlar kürsülerinden bağırdılar. “sizi buraya getiren irade böyle istiyor” dediler. Karşılarında tutuklu bütün bir iktidar grubu vardı: Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm bakanlar, tüm iktidar partisinin milletvekilleri. Uyduruk delillerle, komedi celselerle, yalan ve iftiralarla çoğunu ölüme mahkum ettiler. Başbakan ve iki bakanını vahşice astılar. Bu bir hukuk cinayeti değil mi? Cellada Menderes’i teslim edenler nasıl hukuk adamları idi? Bu nasıl adaletti? Bu nasıl “adil yargı” idi? Türkiye bütün dünyaya geri kalmış bir ülke görüntüsü verdi. Cellatla “sözde yargıçlar” arkadaş olmuşlar, ortaklık kurmuşlardı. Paralel bugün bunun devamı. Çünkü o Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “bir kanser”. Ceza hukukunu ayaklar altına alıyor. Eline geçeni öleceğini bile bile hapse yolluyor. Bundan keyif alıyor, bununla besleniyor. Ceza hukukunu tekmeliyor, hukuku tekmeliyor, insanları tekmeliyor, cellatla arkadaşlık ediyor. Menderes’i uyduruk delillerle bunlar astılar.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı bunlar için geçerli değil. Çünkü bunlar bir kanser. Dün askerlerle bir oldular Menderes ve Bakanlarını astılar. Daha sonra askerleri zindana tıktılar. Genelkurmay eski Başkanının Başbakan Erdoğan’a söylediği söz: “bugün bize yarın size”. “suçsuzduk, tutuklandık, arkadaşlarımız hasta oldular, öldüler”.

HSYK DEVREDE

Şüphesiz HSYK devrede. 2’nci Daire Başkanı Mehmet Yılmaz ”Savcıların görevde kalmalarının yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceği sonucuna vardık . Savcıların yaptıkları görevleri nedeniyle değil hukuken davranmaları gereken şekilde davranmamaları , soruşturmaları Ceza Muhakemesi Kanunu’nun kurallarına uygun ve tarafsız yürütemedikleri kanısına varıldığı için …” diyor. HSYK Türk Yargısının itibarı açısından bir büyük beyaz sayfanın altına imzasını atıyor.

17-25 Aralık darbesi hedefinde dört Bakanın olduğunu iddia etse de esasında amacı çok daha genişti . Önce yukarıya doğru : Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı makamından uzaklaştırmak ve ailesini mağdur etmek . Sonra : taraftarlarını bertaraf etmek . Bu ne demekti ? Ak Parti’yi bölmek bir kısmını Cumhurbaşkanı Erdoğan karşısında mevzilenmeye çekmek . Ama çok daha geniş bir hedef : Erdoğan’a taraf olan bilim adamlarını, sanatçıları linç etmek . Medya da ve mümkünse de ellerine geçirirlerse yargı önünde . Bu açıdan 17-25 Aralık sonrasında neticelenmiş tüm davaların dosyalarının HSYK tarafından incelenmesi lazım . Kararlar tarafsızlıkla verildi mi yoksa bu kararlarda ”paralel”in çok açık izi var mı ? Hangi çevrelerden kaç kişi tartışmaya çok açık bir şekilde “paralel” tarafından mahkum edildi?

Çok sayıda örnek olduğuna ben inanıyorum. HSYK bu konuda şikayet kanallarını sonuna kadar genişleterek açık tutmalı. İtirazların Yargıtayda neticelenmesini beklemeden yargı kararlarının ceza hukukuna uygun olarak yapılıp yapılmadığını mercek altına almalı. Türk halkı ne kararlar verilmiş nasıl verilmiş bilmek istiyor. Yoksa hukuka itibar kazandırmak sözü havada kalır. Düzgün çalışan yargıçlarında bu talepten memnuniyet duyacaklarına emin olmak gerekiyor.

Son birkaç yılda yargıda verilen kararlar incelenirse kim paralel kim değil bir turnesol kağıdı gibi anlaşılır. Kriter gayet basit: hangi dosyalarda kimler hüküm giymiş. Bu dosyalar Ceza Hukuku’nun usulüne göre incelenmiş mi? Yoksa o hukuk apaçık ayaklar altına alınmış mı?

Bunlar yapılmazsa ne olur? Darbe devam eder. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve taraftarları pasifize edilinceye kadar, yok edilinceye kadar devam eder. Hukuk paldır küldür kullanılır. Çiğnenir. İnsanlar paldır küldür hapse atılır. Herkes İlker Başbuğ kadar sağlıklı olmayabilir. Başbuğ’un dediği gibi suçsuz yere hapse atılan kişiler hastalanır ve ölür.

“Paralel yargı” konusunda hangi aşamadayız?

Kamuoyu bilgisiz. Bilinen nokta: tayinler yapılmış. Örneğin: bazı yargıçlar İstanbul’dan alınıp batıda, güney doğuda görevlendirilmiş. Gittikleri yerlerde “paralel” icraatların devam ettiği konusunda yazılı ve görsel medyada yoğun şikayetler var. Bunlar ne kadar gerçek? “Kanser” tayinle halledilmez. Batıya, doğuya, güney doğuya tayin edilen bazı yargı mensuplarının “paralelliklerini” azdırarak sürdürdükleri konusunda yoğun şikayetler basın ve televizyonlarda tekrarlanıyor. Kanser metastaz yapıyor. Tayin edilen “paralelciler” kimler? Hangi davalara bakmışlar? Bu davalarda ceza hukuku kurallarına uygun davranmışlar mı? Yoksa hukuku tekmeleyerek insanı çıldırtan gerekçeli kararlarla hukuku lekelemişler mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın analiz ettiği “kanser” yayılmaya devam ediyor mu? Dosyaları bütünlüğü içinde ele almadan 2015’de hayal bile edilemeyecek davranışlarla hiçbir somut delil olmadan insanları fiili olarak Başbuğ’un dediği gibi ölüme göndermeye devam ediyorlar mı? “Paralelle” barış yapılmaz. Yarın hiç ummadığınız “ortaklarla” iş birliği yapıp hayatınızı karartabilirler. 2015 Türkiye’sine yönelmiş ana tehdit bugün “paralel”dir. Çünkü Türkiye düşmanı ve Erdoğan düşmanı bütün güçlerin suladığı bir kansere dönüşmüşlerdir.

Zirve de teşhis konuldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan “paralele” “kanser” teşhisi koydu. “Tek başıma kalsam da paralelle mücadeleye devam edeceğim” dedi. Ama sanki “tek başına kalmış gibi”. Şimdi sınavı sorumluluk koltuğunda oturan siyasiler vermeli: Türkiye “paralel” ile yaşamak istemiyor.

TÜRKİYE: 4 YIL, 2 SENARYO

Türkiye’nin önünde seçimsiz 4 yıl var. Bu 4 yıl nasıl geçecek? Huzur ve icraatla mı yoksa karambol ve kaosla mı?

Temennimiz Başkanlık tartışmalarının suistimal edilmesiyle Türkiye’nin tekrar bir karambol ve kaos ortamına sürüklenmemesi.

PROF. DR. BENER KARAKARTAL

Başkanlık sistemi konusunda Prof. Dr. Bener Karakartal’ın son beş yılda Haber1.com’da yayınlanan yazılarından bazıları:

Ana entrika ; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tuzak.”

(5 ay önce)

-Ethem Sancak, Özal, Erdoğan

(5 ay önce)

-Erdoğan’ın “muhteşem projeleri”

(6 ay önce)

“7 Haziran’da başarısız olan Cumhurbaşkanı değildi”

(6 ay önce)

-Cumhurbaşkanı eserini savunuyor!

(8 ay önce)

-Cumhurbaşkanının teşhisi önemsenmeliydi

(9 ay önce)

-Türk tipi Başkanlık nasıl olur?

(11 ay önce)

-Cumhurbaşkanı, ekonomi ve yargı

(1yıl önce)

-Süper Başkanlık kapısı açıldı

(2yıl önce)

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.