Başbakan’a sorular - Haber 1Haber 1

Başbakan’a sorular

22 Aralık 2012 - 9:01

ABONE OL

Türkiye 2014’ü ve başkanlık sistemini tartışıyor. 2014’de Türkiye’nin tarihle büyük bir randevusu var. Türkiye yolunu kesen bugünkü sistemle mi devam edecek? Yoksa onu tekrar tarihle büyük kapıda buluşturacak başkanlık sistemine mi geçecek?

BUGÜN SİSTEM NE DURUMDA?
Türkiye’de parlamenter sistem nasıl çalışıyor. 1950’den bu yana ne üretti?
SİSTEM TÜM SİYASAL LİDERLERİNİ CEZALANDIRDI.
Türkiye’de parlamenter sistemin tarihi incelendiğinde bu sistemin yozlaşmış bir model olarak çalıştığı görülmektedir. Sistem tüm liderlerini hapse atmıştır. Hapse girmeyen lider neredeyse kalmamıştır. Gelişmiş hiçbir çağdaş demokraside böyle bir utanç yoktur.
1960 yılında tüm iktidar partisi milletvekilleri, başta Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes ve tüm bakanlar hapis edilmiştir. Başbakan Menderes, Dış işleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan idam edilmişlerdir.

Daha sonraki yıllarda bu durum adeta genelleşmiştir. Başbakan Demirel, Başbakan Ecevit, Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan yardımcısı Türkeş, CHP Genel Başkanı Baykal birden fazla kez hapse girmişlerdir. Daha yakın bir tarihte 1980’de Sayın Abdullah Gül göz altına alınmış ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan bir şiir okudu diye görevden alınmış ve hapsedilmiştir. Tabloya bakıldığı zaman Türk demokrasisinde lider olup da hapse girmemek neredeyse kural olmuştur.

YOZLAŞMA SİSTEMİN TÜMÜNÜ BİR KANSER GİBİ SARIYOR.
Parlamenter sistem yozlaşınca tüm kurumları da yozlaşıyor. Önce Silahlı kuvvetler: 1960 ve 1980 darbeleri dışında çok sayıda darbe ve darbe başlangıcı kurum içinde ortaya çıkmıştır. Darbe liderleri Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmişlerdir. Bugün süren çeşitli davalarda silahlı kuvvetler içinde oluşturulan darbe teşebbüsleri yargılanıyor.

Sistem yozlaşınca karanlık ve rutubetli derinliklerde aydınlatılmamış çok sayıda siyasi cinayetin var olduğu görülüyor. Yozlaşan bir sistemde yozlaşmış bir derin devlet olayları istediği yöne çekebilmek için karanlık eylemlerde bulunabiliyor.

Yozlaşma genelleşince sistemin bazı siyasal partileri de derinden etkilenebiliyor. Ana muhalefet partisi darbecilerle işbirliği yaparak iktidar ortağı olabiliyor. Bugün bile sol etiket taşıyan Ana muhalefet partisi CHP’de “ordu da kağıttan bir kaplanmış” sitemi partinin en üst düzey yönetimine gelmiş bir Genel Sekreter tarafından söylenebiliyor.

YOZLAŞMADAN BASIN DA PAYINI ALIYOR.
Yozlaşma bir kanser gibi en çok medyayı sarıyor. Demokrasilerin vaz geçilmez parçası özgür basındır. Ama Türkiye’de yoğun yozlaşma basının bir kısmını öylesine sarmış ki Türkiye’de sözde basın özgürlüğü cevap hakkı verilmeyen tarafların bertaraf edilmesi olarak anlaşılıyor. Basının saldırı silahları manşetler ve köşe yazıları oluyor. Manşet senyörleri saldırıyor, yıkıyor, yok ediyor, iftira ediyor ve bunun gazetecilik olduğunu iddia ediyor. Bu yargısız infazlar siyasi kariyerleri söndürüyor, kişileri ve aileleri mahvediyor ve bunu yapanlar zerre kadar vicdan azabı duymadan sinsi bir gülüşle yaptıklarının gazetecilik olduğunu iddia ediyor. Mesleki açıdan tanışık oldukları ünlü batılı gazetecileri kandırarak Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığını onlara söyletiyor. Manşet senyörlerinin yargısız infazları yozlaşmış bir demokraside kurumların üzerine bir kara leke olarak çöküyor ve tarihe geçiyor.

SİYASETÇİLER DE YOZLAŞIYOR.
Yozlaşmış bir parlamenter sistemde siyasetçilerde yozlaşabiliyor. Kendilerine emanet edilen dev devlet bankaları batıyor ve yahut iflasın eşiğine geliyor. Politikacı bunu yapınca bazı “uyanık” tilki işadamları da onları model alıyor. Özel bankalar kuruyorlar ve yüksek faiz yalanıyla milyonlarca kişinin parasını resmen çalıyorlar ve bankaları bu hırsızlığın ardından batıyor.

FATURA EKONOMİYE VE ÜLKEYE ÇIKIYOR.
Genel anlamda yozlaşan bu parlamenter sistemin doğrudan ürünü de bitmeyen ekonomik krizler oluyor. İstikrarsız koalisyon hükümetleri yöneticilerinin bazıları yüce divana gidiyor, bazı bakanlar yolsuzluk nedeni ile hapsediliyor ama yozlaşmış modelin devamı engellenemiyor. İstikrarsız hükümetler, tekrarlanan ekonomik krizler Türkiye’yi geri bırakıyor. Milyonlarca kişi işsiz kalıyor.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI YOZLAŞMANIN DIŞINDA MI?
Siyaset bu derece yozlaşıp kaynayan bir kazan haline dönüşünce “karambolden bende bir şeyler kapar mıyım?” düşüncesi Sivil Toplum Kuruluşlarının bazı yöneticilerini de pençesine alıyor. Gelişmiş demokrasilerde gerek patron kuruluşları gerek Meslek ve Oda Yöneticileri sadece profesyonel çıkarları için bir baskı grubu olarak çalışırlar. Sivil Toplum kuruluşları bir siyasi parti gibi çalışamaz. Liderleri kanal kanal dolaşıp TV’lerde ve gazetelerde her gün bir parti lideri gibi boy göstermezler. Kendilerini alternatif bir siyasi lider olmaya hazırlamazlar. Koltuklarına yapışmazlar. Karambolden umut beklemezler. Ama demokrasi yozlaşınca bu hastalık STK liderlerini de kapsıyor.

BAŞBAKAN’A BİRİNCİ SORUM:
1960’dan bu yana Türk demokrasisinin yaşadığı yozlaşma durumuna son vermek ve Türkiye’yi ya batı türü gerçek bir parlamenter sistemle ya da gene batı türü gerçek bir başkanlık sistemiyle buluşturmak konusunda düşünceniz nedir? Sizce bugünkü sistemi kimler niçin savunmaya devam ediyor? Halka bugünkü sistemin mahzurları iyi anlatılıyor mu? 2014’e az bir zaman kaldı. Bu kısa sürede bu konuda ne yapmak gerekiyor?

İKİNCİ KONU: İKTİDARIN ÇİFT BAŞLILIĞI
1982 yılında anayasa yazıcıları büyük bir hata yaptılar. Bu hata kısmen bilgisizlikten kaynaklandı. 1958 Fransız Beşinci Cumhuriyet anayasasından esinlenerek Cumhurbaşkanının yetkilerini kısmen genişlettiler. Ama Fransız anayasasının mantığının sonuna kadar gitmediler. Fransa’nın tersine Başbakanın yetkilerini çok geniş tuttular. Bu hatanın farkına da kesinlikle varmadılar. Sakatlık uygulamada ortaya çıktı. 1983 seçimlerinden bu yana göreve gelen Cumhurbaşkanları mutsuzluğu tattılar ve icraatta Başbakanla çok kez ters düştüler. Özal ile Mesut Yılmaz, Demirel ile Tansu Çiller, Ahmet Necdet Sezer ile Bülent Ecevit karşı karşıya geldiler. Faturayı siyasal sistem ve ekonomi çok pahalı bir şekilde ödedi. Sorumluluk kişilerde arandı. Kimse sakatlığın hatalı yazılan anayasa maddelerinden kaynaklandığından şüphelenmedi. Son olarak da iki başlılık konusunda sayın Gül ile sayın Erdoğan’ın açıklamalarını kamuoyu not etti.

Her sistem kendi tarihi şartları içinde oluşmuştur. Her sistemin kendi içinde müthiş bir bütünlüğü vardır. Sistemi orasından burasından didiklerseniz ortaya çıkan tablo uygulamada bir kaos yaratabilir. 1982 anayasasını yazan Fransız ekolündeki Türk anayasa profesörleri maalesef Fransa’yı kağıt üzerinden çok yüzeysel olarak tanıyorlardı. Biraz ondan biraz bundan diye tuttukları yolla Türk siyasal sistemini 30 yıl sürecek bir kaosa soktular. Fransız anayasasından kısmen esinlenerek Cumhurbaşkanının yetkilerini kısmen arttırdılar. Ama Fransız anayasasından farklı olarak Başbakan güçlü kaldı. Netice: Cumhurbaşkanları ile Başbakanlar karşı karşıya geldiler. Özal ile Mesut Yılmaz, Demirel ile Tansu Çiller, Ahmet Necdet Sezer ile Bülent Ecevit çatıştılar. Sebep kişilerde arandı. Oysa temelde anayasal maddeler sakattı. İki kutuplu bir sistem yaratılmıştı. Ya Çankaya’da bir çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi çok sembolik bir cumhurbaşkanı olmalıydı ya da Başbakanın yetkileri bugünkü Fransa’da olduğu gibi adeta bir memur statüsüne indirilmeliydi. 1982 anayasası bu ikisini de yapmamıştı. Yazanlar sakatlığın farkına da varmamışlardı. Anayasal durum iktidarın iki başını da güçlülük psikolojisine sürükleyince çatışma kaçınılmaz oldu. Bu çatışmaların maliyeti ise ekonomide korkunç boyutlara ulaştı.

2014’E DOĞRU DURUM PUSLU
2014’de ne olacak? Eğer aynı anayasal sistem muhafaza edilirse geçmişte yaşanan gerginlikler daha da vahimleşebilecek. Çünkü halkın doğrudan oyuyla seçtiği Cumhurbaşkanı anayasal bakımdan çok güçlü olan Başbakanla bir türbülans ortamına sürüklenebilecek. Bu siyaset bilimi açısından çok güçlü bir olasılık. Her iki tarafın tarafları da bu tartışmalarda yangına körükle giderlerse ortam daha da yaşanmaz hale gelebilecek.

BAŞBAKAN’A İKİNCİ SORUM:
2014’e Türkiye bugünkü anayasal sistemle girerse iki kutupluluk siyasette kaos yaratmayacak mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

AK PARTİNİN BAŞKANLIK SİSTEMİ PROJESİ
Son günlerde basına yansıyan AK Parti Başkanlık projesi 1982’de yapılan hataların benzerlerinin 2014’de tekrarlanabileceği endişesini uyandırıyor.

Bu proje Türkiye’deki siyasal sisteme temelden değişiklik getiriyor. Cumhurbaşkanının gücü çok kuvvetlendiriliyor. Bakanlar doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından Meclis dışından atanıyor. Cumhurbaşkanı tarafından görevden alınabiliyor. Cumhurbaşkanının Meclisi fesh yetkisi var. Mecliste Cumhurbaşkanını azledebiliyor.

Bu basit denklem Türkiye’de kağıt üzerinde teorik olarak güçlü iktidara yol açıyor. Kısmen Amerikan kısmen Fransız anayasalarından alınmış karma bir sistem. İşleyişte ne olacak?

AK PARTİNİN BAŞKANLIK TASARISI KISMEN FRANSIZ KISMEN AMERİKAN SİSTEMLERİNDEN ESİNLENİYOR.
Türkiye’ye getirilmesi gereken yeni sistemin “Türk tipi” olması hedefleniyor. Ama tasarıya yakından bakınca karma bir yapıya sahip olduğu ve kısmen Fransız kısmen Amerikan sistemlerinden esinlendiği ortaya çıkıyor.

Bu konuda azami dikkat etmek gerekir. Her sistem kendi tarihi şartları içinde oluşmuştur. Her sistemin kendi içinde müthiş bir bütünlüğü vardır. Sistemi orasından burasından didiklerseniz ortaya çıkan tablo uygulamada bir kaos yaratabilir. 1982 anayasasını yazan Fransız ekolündeki Türk anayasa profesörleri maalesef Fransa’yı kağıt üzerinden çok yüzeysel olarak tanıyorlardı. Biraz ondan biraz bundan diye tuttukları yolla Türk siyasal sistemini 30 yıl sürecek bir kaosa soktular. Fransız anayasasından kısmen esinlenerek Cumhurbaşkanının yetkilerini kısmen arttırdılar. Ama Fransız anayasasından farklı olarak Başbakan güçlü kaldı. İki kutuplu bir sistem yaratılmıştı. Ya Çankaya’da bir çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi çok sembolik bir cumhurbaşkanı olmalıydı ya da Başbakanın yetkileri bugünkü Fransa’da olduğu gibi adeta bir memur statüsüne indirilmeliydi. 1982 anayasası bu ikisini de yapmamıştı. Yazanlar sakatlığın farkına da varmamışlardı. Anayasal durum iktidarın iki başını da güçlülük psikolojisine sürükleyince çatışma kaçınılmaz oldu. Bu çatışmaların maliyeti ise ekonomide korkunç boyutlara ulaştı.
Ak Partinin başkanlık projesinin kısmen Amerikan anayasasından esinlendiğini görüyoruz.

AMERİKAN SİSTEMİNİN BUGÜNKÜ TÜRKİYE’DE UYGULANMASI MÜMKÜN MÜ?
Amerikan anayasası anglo-sakson modelinde olup Türk toplumuna hiç uymamaktadır. Neden? Amerika dikensiz bir gül bahçesidir. Dozer tarlayı sürmüş, tarlada derin iz kalmamıştır. Amerika’yı vizyon sahibi, gözü kara, çok zeki ve çok hırslı liderler kurmuşlardır. Ülke büyük olsun istemişlerdir: Atlantik Okyanusundan Pasifik’e kadar. Önce Kızılderilileri tasfiye etmişlerdir. Güneydeki bugünkü on üç eyaleti ise Fransa’dan parayla satın almışlardır. Meksika’dan ise önce savaşla sonra parayla California ve Teksas’ı kopartmışlardır.

İkinci aşama: bütünlük. Birlikten ayrılmak isteyen Güney eyaletlerini son derece sert bir iç savaşla tekrar birliğe bağlamışlardır. Ordunun sivil halkı adeta katlettiği bu acımasız iç savaşı Hollywood “Rüzgar gibi geçti” filmiyle ölümsüzleşmiştir.

Son aşama: ideolojik bütünleşme: 1920’lerden itibaren FBI ülkedeki tüm sosyalist, sol, komünist, Bolşevik hareketleri yok etmiştir.

Netice: ABD’de bu tamamen dikensiz gül bahçesinde birlikten ayrılmamak, birliği ideolojik olarak eleştirmemek şartıyla her renkten, her ırktan, her kökenden, her dinden üç yüz milyon insana özgürlükler verilmiştir: “Amerikan rüyası”. Çalışın sizde zengin olun denilmiştir. Amerikan bayrağı, Beyaz Saray, Amerikan Başkanı bu sistemin muhafızlarıdır.

Amerikan sisteminde siyasal yapı Türkiye’ye hiç benzememektedir. Amerika’da siyasette ideolojilere yer yoktur. Mecliste örgütlü partiler yoktur. Parti genel başkanları yoktur. Parti disiplini yoktur. Kongre üyeleri özgürdür. Oylamada kendi özgür iradeleriyle oy kullanırlar. Her birinin tek tek ikna edilmesi gerekir. Bu nedenle Amerika’da lobi şirketleri çok gelişmiştir ve yasaldır. Her bir kongre üyesi için hedefe odaklı faaliyetlerde bulunurlar.

Böyle bir rejim Başbakan olmadan da yürüyebilir. Amerika’da bindirilmiş kıtalar gibi çelik disiplinli partiler, ideolojik örgütler, silahlanıp dağa çıkan ayrılıkçı güçler, her türlü yozlaşmaya açık basın ve çıkarcı gazeteciler, darbe eğilimli silahlı kuvvetler olmayınca Başkan ülkeyi sorunsuz bir şekilde yönetmeye devam edebilir.

Türkiye’nin siyasal sistemi Amerikan sistemine taban tabana zıttır. Türkiye’de Başbakanlık kurumunu kaldırıp yerine çok güçlü bir Başkan getirirseniz sistem kısa zamanda aşırı bir kutuplaşmaya sürüklenebilir. Çatışma ortamı siyasette hayatı bir cehenneme çevirebilir.

Başkanlık sistemi Türkiye için bir otoyoldur. Türkiye’yi kanatlandırır sözünü yıllardır tekrarlıyorum ama sistem Türkiye’ye uygun bir yapıda inşa edilirse.

BAŞBAKAN’A ÜÇÜNCÜ SORUM:
Türkiye’de Amerikan tipi Başbakan’ın olmadığı bir başkanlık sistemine geçilirse ne olur? Siyasal sorunlarını aşamamış, aşırı ideolojikleşmeye son verememiş, partileri bir savaş örgütü gibi tasarlanmış bir yapıda aşırı kutuplaşma ortaya çıkmaz mı? Karşı kutup bir blok olarak başkana yüklenince sistem bir kaos ortamına sürüklenmez mi?

FRANSIZ MODELİ BAŞKANLIK SİSTEMİNDEN TÜRKİYE’NİN ÇIKARACAĞI DERSLER VAR MI?
Fransa’da yeni sistem Beşinci Cumhuriyet adıyla 1958’de kuruldu ve o günden bugüne bu “yarı başkanlık” sistemi Fransa’da sürüyor.

Bu yeni sistemin özelliği anayasasıdır ve anayasanın özü de süper Cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanı ile ilgili maddeleri de bizzat de Gaulle dikte etmiştir. Cumhurbaşkanını halk seçer. Başbakanın adı ” Birinci Bakan” dır. Başbakanı göreve Cumhurbaşkanı tayin eder ve onu görevden Cumhurbaşkanı alır. Bakanlar kurulu her hafta Cumhurbaşkanlığı Sarayında Cumhurbaşkanın Başkanlığında toplanır. Cumhurbaşkanının meclisi fesh etmek ve seçimi yenilemek hakkı vardır. Cumhurbaşkanı gerekli durumlarda meclisi atlayarak önemli konuları halka referandumla sunabilir. Dış politika tümü ile Cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakılmıştır. Gerekli gördüğü durumlarda Cumhurbaşkanı tek başına karar vererek tüm olağan yetkileri elinde toplayabilir. De Gaulle “70 yaşında diktatör mü olacağım?” demiştir ama Fransız Anayasasının 16.ncı maddesi ile Fransa’nın başına Prof. Maurice Duverger’nin değimiyle “seçilmiş bir Kral” gelmiştir. Yeni sistem sayesinde Fransa’da ve Avrupa’da 30 yıl sürecek bir “altın çağ” başlamıştır.

Fransız türü Başkanlık sistemi Türkiye’ye en yakın bir sistem olarak gözükmektedir. Geçmişte bu iki büyük millet dünyada number one olmuşlar ve birbirlerinden çok etkilenmişlerdir. Kötü günleri birbirine çok benzemektedir. Laik-anti laik çatışması, ihtilaller, darbeler, yozlaşmış demokrasi Fransa tarihinin son iki yüz yılını oluşturmuştur.

Fransa’da bugünkü sistemin kilidi Başbakanın konumudur. Fransız toplumunda parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçiş Başbakanın konumu sayesinde mümkün olmuştur. Yeni sistemde Başbakanın adı bile değiştirilmiştir. Parlamenter sistemde adı “President du Conseil” yani “bakanlar kurulu başkanı” olan Başbakan Başkanlık sistemine geçince bütün yetkileri elinden alınan bir memur durumuna düşürülmüştür. Adı artık sadece “Premier Ministre” yani Birinci Bakandır. Göreve Cumhurbaşkanı tarafından getirilir. Görevden Cumhurbaşkanı tarafından alınır. Bakanlar kurulu her hafta Cumhurbaşkanı Sarayında Cumhurbaşkanı Başkanlığında yapılır. Alınan kararları Başbakan yani Birinci Bakan uygulamakla yükümlüdür. Uygulayamazsa görevden Cumhurbaşkanı tarafından alınır.

Bu sistemin faydası nedir? Bu sistem Türkiye’yi kanatlandırır. Çünkü Türkiye için en büyük iki avantajı sağlar: önce iktidarın ayaklarının altındaki ağırlıkları kaldırır. İktidar patikadan bir otoyola çıkar. İkinci olarak tarlada izlerinin çok derin olduğu Türkiye’de Başbakanın yeni konumu Cumhurbaşkanını rahatlatır. Güçsüz ama uygulamayla yükümlü olan Başbakan görevden her an alınabilir. Ortak bir kitabımızın olduğu (Mort des dictatures. Paris 1981) Fransa’nın en ünlü Anayasa ve Siyaset Bilimi Profesörü Maurice Duverger bana Fransa’da yeni durumda Cumhurbaşkanı artık seçilmiş bir Kral’dır demiştir. Ama diktatör değil. Çünkü kilit kelime seçimdir. Krallar babadan oğula göreve gelir. Demokrasilerde ise yöneticiler seçimle gelir. Seçimle gider. Duverger bana “iktidarı Topkapı Sarayında anladım” demiştir. Duverger Osmanlı sistemini çözmüştü. Osmanlının kilidi Sadrazamdı. Padişahlar Sadrazamları göreve getiriyorlar ve görevden alıyorlardı. Ben Duverger’den bir adım öteye giderek bu duruma “amortisör fonksiyonu” diyorum. Osmanlı İmparatorluğunda Sadrazam toplumla iktidar arasında bir “amortisör”dü. Bu Padişahlara çok büyük bir siyaset sahası kazandırıyordu. Padişah görevde kalıyor ama başarısız Sadrazam gidiyordu. Padişah halkı nezdinde güven tazeliyordu. Bugünkü Fransız Beşinci Cumhuriyet anayasasında görünen durum aynen budur.

“Amortisör” fonksiyonu Türk Başkanlık sistemini yarın krizlerden koruyacaktır. İki açıdan: Cumhurbaşkanı uygulamada sorunlar olduğu zaman anayasanın kendine verdiği yetki ile Başbakanı değiştirip kamu oyunda yeni bir soluk alabilir. İkinci aşama: işler tam olarak yolunda gitmezse ve seçimleri muhalefet partisi kazanırsa Cumhurbaşkanı muhalefet partisi liderini Başbakan olarak atayabilir. Bir örnek: Fransa’dan. Sosyalistler iktidardayken millet vekilleri seçimini sağ kazandı. Sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterand sağın lideri Jacques Chirac’ı Başbakan olarak atadı. Chirac 1986-1988 yılları arasında Başbakan kaldı. Bütün yetkiler Cumhurbaşkanında olduğu için Fransız sistemi hiçbir sorun yaşamadı. Fransızlar iktidar ve muhalefetin beraberce iktidar olduğu bu duruma “Cohabitation” beraber yaşama diyorlar. Anayasa sağlam yazıldığı için hiçbir sorun yaşanmıyor. 1988’de sosyalistler seçimden başarılı çıkınca Mitterand teşekkür ederek Chirac’ı görevden aldı ve bir sosyalisti göreve getirdi. Sistem bu ekstrem durumda bile tıkır tıkır çalıştı.

BAŞBAKAN’A DÖRDÜNCÜ SORUM:
2014’te Türkiye’nin tarihle büyük randevusu var. Bu randevu yalnız Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti için değil bütün Türkiye için önemli. Dünyanın gözü Türkiye’nin üzerinde. Türkiye ekonomisi büyümek istiyor. Türkiye birinci lige ha çıktı ha çıkacak. Kader Türkiye’yi 2014’te bir kez daha tarihle buluşturacak gibi gözüküyor. Anayasal ve siyasal sorunlar yaratmadan Türkiye’nin önünü kesmeden, hızlı bir rotaya girmek için tarihimize uygun olan sistem hangisidir? Güçlü Başkan ve onun yanında uygulamayla yükümlü bir Başbakan modeli konusunda düşünceniz nedir?

YARIM KALMIŞ DEVRİM BİTECEK Mİ?
Son on yılda hatta son beş yıl Başbakan Erdoğan yozlaşmış Türk demokrasisini ameliyat masasına yatırdı. Başarılı oldu mu? Bu sektörlere göre değişiyor.
Başbakan Erdoğan’ın en başarılı olduğu kurum Silahlı Kuvvetler ve Derin devlet konuları oldu. Devam eden mahkemelerde tüm gerçeklerin ortaya çıkacağını Türk halkı umutla bekliyor. Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin yozlaşmış bir görüntüden kurtulması en çok silahlı kuvvetlerin kendi prestijleri açısından önemli. Silahlı Kuvvetlerin nasıl olması gerektiği konusunda modelleri gelişmiş demokrasilerde her gün görüyoruz.

Başbakan Erdoğan’ın en az başarılı olduğu konular ise medya oldu. Manşet senyörleri 20 yıldır kaldıkları yerden devam ediyorlar. Hatta kahramanlaşıyorlar. “20 yıldır burdayız. Bizimle uğraşanlar nerde?” diyebiliyorlar. 20 yıldır yaptıklarının gazetecilik olduğunu söyleyebiliyorlar. Cevap hakkı tanımadan yargısız infaz yaptıklarını herkes hatırlıyor ama onlar “büyük gazeteci” havasında poz atmaya bayılıyorlar. Türkiye bunu yutuyor mu?

Türkiye’nin yakın geçmişini mutlaka hatırlaması lazım. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi günlerine geri dönelim. “Özal’a alışamadım.” “Özal’ı kandırdılar.” “Özal kandırılmaya bayılır.” manşetlerini ve köşe yazılarını hatırlayalım. Manşet senyörleri Özal’a iki taktik uyguluyorlardı: ” sopa ve havuç”. Bir gün saldırıyorlar öbür gün övüyorlardı. Bu taktiğin içinde Özal’ın kendisi, eşi ve çocukları da kullanılıyordu. Sonuç da “manşet senyörü” “özköşk” olmayı başardı. Bugün televizyonlarda “Özal beni çocuğu gibi severdi” diyebiliyor. Ama Özal’ın kendi çocuğu ertesi gün bu cümle hatırlanınca teyit etmiyor.
Özal öldürüldü mü? Türkiye bugün bunu tartışıyor. Ben en azından onun üzüntüden öldüğüne şahidim. Ölmeden üç ay önce onun uçağında Türkiye’den binlerce kilometre uzağında Senegal’e gittim. Dakar’da elini omuzuma koyarak çok hüzünlü bir şekilde “Özal dönemi bitti” dedi. O günlerde medya bir kez daha sopayı konuşturup onu yüce divana götürmeye çalışıyordu. Dönüş yolunda Büyük Sahra üzerinde on bin metre yükseklikte dev Airbus’un Cumhurbaşkanına tahsis edilen ön özel bölmesindeyiz. O günlerde Özal’ı savunmakta ne kadar yalnız kaldığımı ve Özal’ı savunduğum için manşet senyörlerinin hedefi haline geldiğimi görüyordum. Özal “hocam üzülmeyin yaptıklarınız memlekete bir hizmet” dedi. Bende “sizi ne kadar böyle yalnız bıraktılar” dedim. Bana “doğrular yakında anlaşılacak. Ülkemiz kısa zaman da ileri bir duruma geldi. Gerçekleri görenlerin çekinmeden yağcılıktır falan gibi lafları bir yana bırakıp anlatması lazım.” “Doğrular yakında anlaşılacak.” Bu konuşma Türkiye gazetesinde 16 Ocak 1993 yılında birinci sayfadan geniş bir şekilde yayınlandı. Özal üzgün ve kırgın bir şekilde Cumhurbaşkanlığından istifa edip yeni bir parti kurma hazırlığı içindeydi. Manşet senyörleri ona acımasız bir şekilde saldırmaya devam ediyorlardı. Nisan 1993’de Özal öldü. Manşet senyörlerinin aleyhte kampanyasına rağmen cenazesine halk müthiş bir kadirşinaslıkla katıldı.

BAŞBAKAN’A BEŞİNCİ SORUM:
Bugün batı demokrasilerinde eşi enderi olmayan bu manşet senyörleri, bu dinazorlar dimdik ayaktalar. Yeniden eski güzel sayfaların açılması hazırlıkları içindeler. Meclis araştırma komisyonu güzel bir çalışma yaptı. Ama bu kağıt üzerinde mi kalacak? Askeri vesayet gerilerken medya vesayeti aradan sıyrılacak mı? Başbakan’ın bu konudaki düşünceleri nedir?

ANA MUHALEFET BAŞKANLIK SİSTEMİ PROJESİNE NASIL İKNA EDİLEBİLİR?
Her ülkenin kendi siyasal sistemi çerçevesinde sol ve sağ partileri var. Amerika Birleşik Devletlerinde Demokrat Parti sol, Cumhuriyetçi Parti sağ yelpazede yer alır. Amerikan tarihinin en ünlü liderlerini hatırlayalım: Franklin D. Roosevelt, John F. Kennedy, Bill Clinton Demokrat Partiden Başkan seçildiler ve Amerikan tarihinin en unutulmaz sayfalarını yazdılar. Bugünkü Başkan Barack Obama ikinci kez Başkan seçildi. O da Demokrat Partili bir başkandır.

Güney Amerika’da Başkanlık sistemine bayılıyor. Başta Brezilya olmak üzere birden fazla Güney Amerika ülkesi iktidara solcu başkanları taşıdılar ve onlarla gurur duyuyorlar.

Avrupa’dan bir örnek: Fransa’da 1958 yılında tarihi bir lider General De Gaulle Başkanlık sistemini kurarak iktidara geldi. 1981 yılında Cumhurbaşkanlığında bu kez soldan bir aday var. Francois Mitterand. Fransa tarihinde en uzun süre iktidarda kalan bu sosyalist lidere Fransız solu hayran. Ona “Tanrı” lakabını takıyorlar. Mitterand 14 yıl Cumhurbaşkanlığı yapıyor. Bu Fransa tarihinde bir rekor. Fransız anayasası daha fazlasına izin vermiyor. Fransa’da bugün gene sosyalist bir Cumhurbaşkanı var: Francois Hollande.

Özet olarak solcular Başkanlık sistemine bayılıyorlar. Bu sistemden faydalanıyorlar ve en ünlü başkanlarını bu sistem sayesinde tarih sayfalarına taşıyorlar.

O zaman CHP Başkanlık sisteminden niye korkuyor ve bu sisteme yüzde yüz cephe alıyor? Psikolojik açıklaması: CHP esasında Başkanlık sisteminden değil iktidara gelmekten korkuyor. Eğer böyle olmasaydı yüzde yirmi beşler düzeyindeki oy oranına demir atan bir Kemal Kılıçdaroğlu’nu başında tutmaya devam eder miydi? Dünyanın herhangi bir gerçek demokrasisinde eğer iktidar partisi yüzde elli, ana muhalefet partisi yüzde yirmi beş oy alıyorsa orada kıyamet kopar, parti içi ihtilal çıkar, liderler alaşağı edilirdi. CHP’de ise tık yok. Herkes halinden memnun gözüküyor.

CHP’NİN ANATOMİSİ
CHP’yi mikroskop altına koyup yakından bakarsak esasında içinde iki parti olduğunu görürüz. Birinci kısmında askeri darbelerden medet umanlar var. 1960 darbesinden bu yana CHP içinde askerle iş birliği yapıp iktidara kestirme yoldan gelenler oldu. Bu çizgiden gidenler bugünde var. Basından okuyoruz. Bir Genel Sekreter sitemle “orduda kağıttan bir kaplanmış” diyor. Bir İl Başkanı resmi törende askerlere ve mülki erkana sitemle dönerek onları Cumhuriyeti koruyamamakla suçlayabiliyor. CHP yönetimi bu davranışlarda bulunanlara partisinin kapısını kapatmıyor. Buna benzer durumları ne İngiliz İşçi Partisi tarihinde, ne Fransız Sosyalist veya Amerikan Demokrat Partisi tarihinde bulamazsınız.

CHP içinde en kalabalık olan ikinci kesim “nostaljikler.” Bunlar 1940 yıllarına saplanıp kalmışlar. Koyu devletçiler. Dünyanın ekonomik gidişatından adeta habersizler. Özel sektörü, iş adamlarını, serbest piyasa ekonomisini bir hasım olarak görüyorlar. Dün “Cumhuriyet mitingleri” ile sokağa indiler ve seçimlerde hezimete uğradılar. Bugünde Cumhuriyete, Atatürk’e sarılıp Anıt Kabir ziyaretlerini bir kutsal törene dönüştürüyorlar.

Mustafa Kemal Atatürk yalnız Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli liderlerinden biridir. Ama yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde devrim yapmış bu büyük lideri yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde cankurtaran simidi haline dönüştürmek siyasi açıdan prim yapmıyor. İktidar partisi yüzde elli alırken nostaljik parti yüzde yirmi beş reyting alıyor. Ve hep muhalefette kalıyor.
Türkiye’de kesinlikle bir ana muhalefet boşluğu var.

BAŞBAKAN’A ALTINCI SORUM:
Dünyada çağdaş sol partiler başkanlık sistemine bayılıyorlar. En ünlü tarihi liderlerine iktidara başkanlık sistemi sayesinde taşıyorlar. Ak Partinin tarihi bir diğer görevi ana muhalefet partisini de dünyanın bu modern gerçekleriyle tanıştırmak değil mi? CHP’yi başkanlık sistemi konusunda ikna etmeyi düşünüyor musunuz?

PROF.DR.BENER KARAKARTAL
karakartal@turcomoney.com

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.