On yıl sonra Türkiye: Siyaset ne olacak? - Haber 1Haber 1

On yıl sonra Türkiye: Siyaset ne olacak?

21 Mart 2012 - 10:19

ABONE OL

Eğer bu soru gelişmiş demokrasiler için sorulsaydı cevap çok kolay olurdu. Gelişmiş demokrasilerde ya iki büyük parti var yada iki büyük partinin yanında bir veya birkaç ufak parti.
Siyaseti iki büyük parti belirliyor. Amerika’da Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti, İngiltere’de Muhafazakar ve İşçi Partisi, Almanya’da Hristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat Parti, Fransa’da UMP ve Sosyalist Parti.
On yıl sonra bu ülkelerde ne olacak? Partiler aynı kalıyor, seçimler zamanında yapılıyor ve sistemin kuralları değişmiyor. Bu ülkelerde değişen ne? Sadece sandıktan başarıyla çıkan lider. Kazanamayan muhalefet oluyor.
On yıl sonra bu ülkeler konusunda tek bilmediğimiz iktidar koltuğuna oturacak liderin adı.

TÜRKİYE SİYASİ DEPREM KUŞAĞINDA
Türkiye’de ise durum tamamen farklı. Batı ülkelerde liderler geliyor, gidiyor ama büyük partiler yerinde duruyor.
Türkiye’de böyle değil. Örnekler mi? Mesut Yılmaz Anavatan Partisi Genel Başkanı seçiliyor. Kendisi bugün hayatta, ama partisi yaşamıyor.
Tansu Çiller mi? Doğru Yol Partisi Genel Başkanı seçiliyor. Kendisi hayatta, partisi fiili olarak artık yok.
Hüsamettin Özkan mı? Ecevit’in sağ kolu. Demokratik Sol Partinin gerçek lideri. Aynı kader kendisi ve partisi içinde geçerli.
Liderler hayatta ama partileri fiili siyaset bakımından merhum.
Batı Demokrasilerinde liderler gider partiler kalır. Türkiye’de tam tersi oluyor. Partiyi eline geçiren lider partisinin boynuna ilmeği geçiriyor. Ama iş bu kadarla da kalmıyor. 2002 seçimlerinde durum: meclisteki tüm partileri seçmenler tasfiye ediyor. Liderleri kendilerini Yüce Divanda buluyor. Başbakan Mesut Yılmaz, yardımcısı Cumhur Ersümer, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan Yüce Divanda yargılanıyor.
İş bu kadarla da kalmıyor. Bankalar hortumlanmış, tasarruf sahipleri dolandırılmış, bu bankaların sahip ve yöneticileri ya hapishanede ya yurtdışında kaçak. Ekonomi batıyor. Ülke merkezi Washington’daki İMF’ye muhtaç oluyor. İMF Türkiye temsilcileri sömürge valileri gibi Ankara’da kabul görüyor.
Liderler koca partileri batırıyor. Bankalar batıyor, ekonomi batıyor. Bu sekiz kuvvetinde bir siyasi deprem.
Bu arada sandıktan çıkıp iktidar olamayan bazı liderler iktidara provoke ettikleri Silahlı Kuvvetlerin süngü ve tanklarıyla geliyor.
Batıda liderler gelip giderler. Türkiye’de liderler duruyor, partiler gidiyor. Bu nedenle Batıda on yıl sonra ne olacağını bilmek kolay. Türkiye’de çok zor.

TÜRKİYE’DE ON YIL SONRA SİYASİ DURUM NE OLACAK?
Demokrasilerde sistemlerin çimentosu siyasi partilerdir. Siyaset Biliminde siyasal partilerin tanımı: kurucu liderlerden de sonra yaşayan amacı seçimlere katılıp iktidara gelmek olan kurumlardır.
Bu çerçeveye uygun tanım CHP. Açıldı, kapatıldı ama neredeyse Cumhuriyetle yaşıt.
CHP’de sorun: iktidara gelmek istemiyor. Gelmek istiyor gibi yapıyor. 27 Mayıs 1960’dan sonra askeri vesayet altında iktidara bir koalisyon partisi olarak geldi. 1980’den sonra gene askeri vesayet altında değişik adlarla koalisyon ortağı oldu. 1970’lerde Ecevit iki kez Başbakan oldu. Ama Ecevit CHP içinde bir özel parantez.
Bugün CHP ana muhalefet partisi. İçi tam bir Nuh’un gemisi. İçinde Batı demokrasilerinde rastlanmayan tuhaf siyasi görüşler var: “ordu da kağıttan kaplanmış”. Vah vah. Ya seçimler? Demokrasiler niçin icat etti?
CHP’de her türlü görüş olduğu için kavga bitmiyor. Kavgaların göründüğü yer kongre salonları, görünmediği yer: haftanın yedi günü.
Türkiye’de solun bir geleceği var mı? Olmaması imkansız. Bütün demokrasilerde uçağın sol ve sağ kanatları var. Türkiye’de bu bir gün olacak. Sol da sosyal demokrat görüşlere sahip ve iktidara seçimle gelmek isteyen bir partiye sahip olacak. Muhtemelen bu CHP değil yeni bir parti olacak. Bu partiyi kuracak liderin profili bugün için Mustafa Sarıgül’ü gösteriyor.

ON YIL SONRA AK PARTİ
AK Parti Türk Siyasal sisteminin son yüz yıldaki üçüncü sayfasıdır.
Birinci sayfa “Harbiyeliler” sayfasıdır. Harp okulundan mezun olan Fransız İhtilali etkisindeki genç subaylar 1908’de Sultan İkinci Abdülhamit’i devirdiler. Bu süreç Kurtuluş Savaşıyla devam etti. Hanedanlığın ve İmparatorluğun yerini Cumhuriyet aldı. Bu dönemin liderleri hep Harbiye’den çıkmıştır.
Harbiyeliler iktidarın liderliğini üstlendiler ve askeri kanadını oluşturdular. Sivil müttefiklere ihtiyaçları vardı. Bu eksikliği gene Fransızların eğittiği Galatasaray Liselilerden buldular. Galatasaray’ın uzantısı Fransız modelinde kurulan “mülkiye” okuludur. Bugünkü Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde ve Dışişlerinde çekirdek Galatasaray Lisesi mezunlarıdır.
Askerler bugüne kadar ya doğrudan yada bir vesayet grubu olarak iktidara yön verdiler. Partiler düzeyinde uzantıları CHP’dir. CHP’nin kurucuları askerlerdir. Bugünkü yöneticileri de Galatasaraylılar ve Mülkiyelilerdir.
Türkiye siyasetinde ikinci grup 1960’larda ortaya çıktı. Ticaretin ve sanayinin gelişmesi yeni bir eliti iktidara getirdi. Bu yeni elitin de iki kanadı var. Birincisi Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi mezunları. İkinci kanatta İstanbul Teknik Üniversitesi mezunları. Sonradan kurulan Ortadoğu Teknik Üniversitesi bu grup içinde yer aldı.
Bu ikinci grup 1960’la 1990 arasında iki Başbakan çıkarttı ve bunların ikisi de Cumhurbaşkanı oldu: Süleyman Demirel ve Turgut Özal. Daha önce gelenek Cumhurbaşkanlarının Harbiye mezunu olmasıydı. İkinci sayfa açılınca Teknik Üniversite mezunları Cumhurbaşkanı oldu.
Üçüncü sayfa “İmam Hatipler” sayfasıdır. İmam Hatip okulları elit liselere girme şansına sahip olmayan geniş halk kesimlerinden gelen gençlerle doluydu. Bu gençler hırslıydı ama sosyal yükseliş açısından kapıların kendilerine kapalı olduğunu görüyordu. Kendilerini haklı olarak dışlanmış hissediyorlardı. Kızgındılar.
İnançlı kesimde ilk büyük modernleşme sayfasını İhlas ve onun lideri Enver Ören açtı. Özellikle 1990 yılından itibaren TGRT’nin kuruluşuyla İhlas inançlı kesimde bir fırtına estirdi. Cumhuriyet ideolojisiyle geniş halk yığınları arasında bir köprü oluşturdu. Enver Ören icraatıyla büyük bir şöhret yakaladı.
İnançlı kesimde İmam Hatiplileri “Milli Görüş” düşüncesinde örgütleyen lider bir Teknik Üniversite mezunu Profesör Necmettin Erbakan oldu. Erbakan’ın partileri defalarca kapatıldı. Erbakan Başbakan Yardımcısı ve Başbakan oldu. Ama iktidarda barındırmadılar. Hem Harbiyeliler, hem Mülkiyeliler, hem Boğaziçililer özetle “Beyaz Türkiye” Erbakan hocaya şiddetle cephe aldılar. “İnançlı” kesime büyük medya kampanya şeklinde saldırdı. Bu medyanın “manşet senyörleri” inançlı kesimi acımasızca hırpaladı. Manşetlerini bir ok gibi, bir mızrak gibi, bir lazer gibi bu kesimin önde gelenlerine sapladı.
İnançlı kesimin çok önemli bir kanadı Hocaefendi’nin liderliğini yaptığı hareket. “Cemaat” Fethullah Gülen beyefendinin liderliğinde büyüdü. Eskilerden gelen bu akım doğrudan siyaseti hedeflemeyerek örgütlendi. Önce eğitim, sonra dünya. Beş kıtada “cemaat” okullar kurmakta, Türkçeyi öğretmekte olağanüstü başarılı oldu.

28 Şubatta bir kere daha dışlanan, saldırıya uğrayan inançlı kesimin tartışmasız lideri Milli Görüş gençlik kollarından gelen bir İmam Hatipli oldu: Recep Tayyip Erdoğan. Başbakan Erdoğan neden gençler arasında bu kadar tutuldu ve sevildi?
AK Partinin başarısı çok yönlü olarak yorumlanmalı. AK Parti çok yönlü olmasaydı yüzde onlar civarında olan bir oyu yüzde ellilerin üzerine çıkartamazdı.
AK Parti sürüyor. On yılı geride bıraktı. Başarısının temelinde lider ve örgüt var.
AK Partinin örgütü çok kahraman ve çok gayretli. Gençlik ve kadın kolları etkiliyor. Örgüt yalnız seçim zamanlarında değil sürekli çalışıyor. Seçim kampanyalarındaki görkemli mitingleri göz kamaştırıcı.
Ama yalnız örgütle seçim kazanılmaz. AK Parti icraatında çok başarılı. Dünyanın ekonomik bakımdan kıvrandığı bir dönemde Türkiye’de çarşı pazarda her şey var. Türkiye’nin fiziki yapısı kılıf değiştiriyor. Dünyanın en güzel alış veriş merkezleri, görkemli gökdelenler, mega projeler Türkiye’yi yirmi birinci yüzyıla taşıyor. Döviz bol. Borsa şahlanışta. İthalat ihracat devam ediyor. Bankalar tıkır tıkır çalışıyor.
AK Partinin çok önemli bir boyutu da dış politikada. Geçmiş yılların pısırık dış politikasına Türkiye AK Parti ile veda etti. Bu o kadar belirgin ki Orta Doğuda “astığı astık kestiği kestik” bir devlet İsrail artık Tayyip Erdoğan Türkiye’sine ürpererek bakıyor.

AK PARTİ ON YIL SONRA DA VAR OLABİLİR. NASIL?
İncelememizin başında belirttik. Gelişmiş demokrasilerde on yıllar geçer ama sistemler ve partiler sürer. Liderler değişir. Partiler devam eder.
AK Parti bugün merkezin tek sahibi. Tek başına istikrar içinde iktidarda.
2014 AK Parti için kritik bir yıl. Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresi sona eriyor. Anayasal bakımdan bir daha seçilme imkanı yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şu anda Çankaya’nın en kuvvetli adayı olarak görülüyor.
AK Partinin 2014’den sonra devam etmesi mümkün. Nasıl? İki şartı var. Birincisi kadroları düzeyinde, ikincisi başlamış olan eylem ve icraatlarının sürmesi düzeyinde. AK Partinin aldığı yüzde elli oy içinde yüzde yirmisi çekirdek oyu ise belki yüzde otuzu partinin icraatlarının başarısına endeksli. Merkez seçmen AK Partiyi yakından izliyor.

KADROLAR
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün süresi 2014’te bitiyor. Anayasaya göre bir daha seçilemeyecek.
Abdullah Gül siyasi açıdan genç sayılır. AK Partinin kurucu temel taşlarından. Profesör Necmettin Erbakan hükümetinde devlet bakanı, hükümet sözcüsüydü. Bu sıfatıyla kendisini TGRT’deki programımda konuk olarak misafir etmiştim. Refah partisini eleştirmiş, Özal modeli dört eğilimi birleştiren bir parti modelini önermiştim. O zaman onun üslubundan çok etkilendiğimi ifade edeyim. Güçlü, sakin, hoş görülü ve ılımlı yaklaşımı hemen göze çarpıyordu. En köşeli konulara bile barışçı bir şekilde yaklaşmayı deniyordu. Tavizsizdi ama dünyaya en geniş açıdan bakma becerisini de gösteriyordu.
Abdullah Gül AK Parti kurulduktan sonra Başbakan ve Dışişleri Bakanı oldu. Dünyada tanınıyor. Cumhurbaşkanı olarak tecrübesi daha da arttı. Çok zor bir zamanda Çankaya’ya geldi. Yedi yıl içinde Türkiye çok değişti.
Gül Cumhurbaşkanlığı sonrasındaki projelerini toplumla paylaşmıyor. Ama ne onun nede AK Partinin birbirlerinden uzak kalması düşünülemez. Tecrübesinden ve insan yönetimi becerisinden AK Partinin faydalanmaya devam edeceği kesin.
Ak Partinin zirvesinde bir başka lider Bülent Arınç. Onun için daha önce “dışı kadife içi çelik yumruk” deyimini kullanmıştım. Bülent Arınç yerine göre katı yerine göre ılımlı ve esnek bir politikacı. Geldiği çevreye sırtını dönmeyen tam tersine bu çevrenin sözcüsü ve avukatı olmaya devam eden, hem entellektüel hem halk adamı. Üslubu derin Anadolu’ya ve AK Parti tabanına yönelik mesajlar veriyor. Meclis başkanlığı tecrübesi ayrıca çok önemli. Yaşı itibariyle daha uzun yıllar AK Partiyi sırtlamaya devam etmesi mümkün.
Ali Babacan AK Partinin vazgeçemeyeceği bir teknokrat bakan. Teknokrat kelimesini bir iltifat olarak düşünmek lazım. Anlamı “bilimi” icraatıyla bütünleştiren demek. Babacan bir ekip adamı. Devletin ekonomik yapılanmasından azami yararlanıyor. Konuşmalarında ona sunulan dosyalardan faydalanıyor. Ekonomiyi yönetmek bakımından bu hususlar çok büyük önem taşıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ondan yıllardır vazgeçmemesi şüphesiz bu nedenlerden.
Dışişlerinde Ahmet Davutoğlu bir önemli değer. İslam ülkelerini özellikle Arap ülkelerini iyi tanıyor ve bu ülkelere özel sempati duyuyor. Başbakan Özal ile başlayan Türk politikasının Doğuya yönelişi çizgisine dört elle sarılıyor. Sorunlar ondan kaynaklanmadı. Çevre çöktü. Yunanistan iflas etti. Arap baharı başladı. Çok yerde bu bahar bir cehennem ateşi olarak sürüyor. Davutoğlu “sıfır sorun” felsefesiyle göreve başladı. Bugün fiiliyatta yangını söndürmekle görevli bir itfaiyeci gibi. İşi zor ama bu zorlukla baş edebilecek mücadele gücü var.

AK PARTİNİN YILLARCA SÜRECEK VARLIĞI BAŞLATTIĞI MÜCADELELERİN BAŞARISIYLA ORANTILI OLACAK
AK Parti kamuoyundan “askeri vesayete” son veren parti olarak tanınıyor.
Oysa esas başarısı “askeri vesayete” çanak tutan medyayı tasfiyede görülecek.
Askerlerin mert bir tarafı var. Yaptıkları işlerin altına imzalarını atıyorlar. 12 Eylül Komutanları “bugün olsa aynı şeyi yapardık” diyorlar.
Oysa medyadaki “manşet senyörleri” kıvırıyorlar da kıvırıyorlar. Büyük bir yüzsüzlük içinde sanki büyük zekalarmış gibi hala iktidara tavsiyelerde bulunup onu tavlamaya çalışıyorlar.
Televizyonlara bakıyorum. Bir avuç genç gazeteci arkadaş bu “manşet senyörlerinin” yakalarından tutmuş bırakmıyorlar. Büyük bir cesaretle “manşet senyörlerinin” ipliklerini pazara çıkartıyorlar. Kendilerini tebrik ediyorum.
“Manşet senyörleri” ne yaptı? 1990 yılından itibaren manşetleri bir ok gibi kullandı. Her hücum ettikleri noktayı yok edinceye kadar kampanya bombardımanına tuttu. İnsanları aileleri ile birlikte perişan ettiler. Kendileri çocuklarını dünyanın en lüks otellerinde evlendirdiler. Yerde süründürdükleri kişilere cevap hakkı bile vermediler. Dünyanın lüks otellerinde şık smokinleri içinde ellerinde viski bardakları acımasızca yok ettikleri insanları sinsi bir gülüş ve zafer edasıyla izlediler. Şahsi ikbal dünya nimetlerinden faydalanmak onların elde ettikleri netice oldu. Ama bu arada bankalar hortumlandı, hükümet ve bakanlar yıkıldı. Türk demokrasisi en üst düzeyde yozlaştı. Bu kepazelikler nasıl unutulur? Bu kişiler hiçbir şey olmamış gibi nasıl yollarına devam ederler? Bütün bu nedenlerle 28 Şubat olaylarının üzerine gidilmesi Türk demokrasisinin seviye kazanması ve Türk basınının haysiyetine tekrar kavuşması açısından büyük önem taşıyor.
Türkiye’de onlarca İletişim Fakültesi ve onların on binlerce öğrencisi var. Binlerle yüksek lisans ve doktora tezi hazırlanıyor. Merak ediyorum acaba kaç araştırmacı 1990 yılından itibaren atılan bu manşetleri inceliyor?

Amerika’da tek bir vaka dünya sinema tarihinin en önemli eserinin kaynağı oldu. Dahi sinemacı Orson Welles “Yurttaş Kane” filmiyle Amerika’daki bir basın patronunun ipliğini pazara çıkarttı. Onu rezil etti.
Türkiye’de 1990’dan itibaren patronları da neredeyse esir alan “manşet senyörleri”
sürekli Dallas dizisini oynadılar. Dallas bir televizyon dizisiydi. Ama Türkiye’deki “manşet senyörleri” gerçek hayattaydı. Türk demokrasisini, Türkiye’nin değerli politikacılarını ve onların ailelerini ağır yaradılar. Ama şimdi aynı cakayla kötü adamlıklarını saklayıp kahraman edasıyla meydanlarda dolaşıyorlar. Yaptıklarını inkar ediyorlar. “O zaman öyle yapmak gerekiyordu” diyorlar. Bereket eserleri basılmış ortada, arşivlerde. Yargının üzerlerine gitmesi benim konum değil. Ben üniversiteleri göreve çağırıyorum.

LİBERAL AYDINLAR AK PARTİYİ NEDEN BIRAKIYOR?
AK Parti Türk demokrasisinin üçüncü sayfasını oluşturdu demiştik. Birinci sayfada Harbiye, Galatasaray, Mülkiye mezunları vardı. İkinci sayfada İngilizce eğitim veren elit okulların mezunları vardı. AK Parti ise İmam Hatip’ten mezun halk kökenli kişilere siyaset yolunu açmıştı. Bu kişiler ise birinciler kadar Fransızca, ikinciler kadar İngilizce bilmiyorlardı. Hayatları birinciler, ikinciler gibi dünya başkentlerinde geçmemişti.
Bu boşluğu “liberal aydınlar” doldurdu. Kimdi bu “liberal aydınlar”? mesleğim itibariyle akademik unvan taşıyanların önemli bir kısmını şahsen tanıyorum. Aralarında öğrencilerim, eski asistanlarım var. Çoğu sol kökenli. Ayrıca liberalde değiller. Oldukça katı görüşleri var. Batıyı tanıma oranına gelince: çokta fazla değil.
Kullandıkları “Avrupa standartları” sözünden Türkiye’ye gına geldi. Avrupa standartı diye bir şey yoktur. İngiltere’de krallık vardır. Fransa’da iki yüz yıllık ihtilal fırtınasından sonra 1958’de Beşinci Cumhuriyet kurulmuştur. Bütün yetkiler Cumhurbaşkanına verilmiştir. Bu dev güç Sarkozy gibi bir başkanı otokrat bir yönetici yapmıştır. İspanya ve Portekiz demokrasiye ancak kırk yıl önce geçebilmiştir. Keza 1974 yılında Türk Kıbrıs Barış Harekatı yapılmasaydı Yunanistan’da korkunç “albaylar cuntası” devrilemeyecekti.
Avrupa’nın hiçbir ülkesi ötekine benzemez. Bizim “liberal aydınların” bir kısmı bunları bilmez veya bilmemezlikten gelir. Hedef iktidara yaklaşmaktır. Neticeye ulaşınca da sıra “güle güle” demeye gelir.
Şimdi bakıyorum da AK Partinin geleceğe dönük en kritik bir döneminde karşı cepheye geçiyorlar. Elde ettikleriyle yetinip iktidarın güçsüz olması için kanal kanal dolaşıp nutuk atıyorlar. Oysa Türkiye’nin güçlü iktidara ihtiyacı var. Dünyanın en zengin ülkeleri iktidarların güçlü olup icraat yapabildikleri ülkelerdir.
Ülkesini seven aydınların bunu görmemesine imkan yok.

BAŞKANLIK SİSTEMİ PROJESİNİ TEKRAR GÜNDEME GETİRMEK GEREK
Gelecek on yılda AK Partinin bir merkez partisi olarak kalabilmesi Türk modelinin dünyada yerleşmesi sonucunu verecektir.
Dünyada hiçbir demokrasi ötekine benzememektedir. Nasıl İngiliz, Amerikan, Fransız modelleri varsa AK Partinin başarısı sonucunda da dünyada Türk modeli de var olabilecektir.
Bunun yolu güçlü iktidardan geçiyor. Bugün güçlü iktidar deyince Türkiye’de herkesin aklına Recep Tayyip Erdoğan geliyor. Onun yolunu kesmek isteyenlerin sayısı çok fazla. Partisi içinde, partisi dışında ama seçmen tabanı içinde, Harbiyeliler, Mülkiyeliler, kolejliler arasında, genel olarak tüm muhalefet partileri cephelerinde çok sayıda insan, grup, kurum, kuruluş Recep Tayyip Erdoğan’ın daha fazla güçlenmesinden endişe duymaktadır.
Burada temel yanlış şudur: mesele Recep Tayyip Erdoğan meselesi değildir Türkiye’nin meselesidir. Türkiye’nin dünyada güçlenmesi için güçlü iktidara ihtiyacı vardır.
Eğer Osmanlı İmparatorluğunda peş peşe iktidara beş altı dahi ve güçlü Padişah gelmeseydi dünyada yüz yıllar sürecek bir Türk egemenliği kurulamayacaktı. Zamanında “number one” olmak dünyada çok az ülkeye nasip olmuştur.
TGRT’de yayınlanan Sakıp Sabancı ile beraber hazırladığımız belgeselde hep bunu tekrarladık. Türkler dünyada “number one” olmanın gururunu yaşadılar. “Number one” ülkeler tarihte sırasıyla Roma, Osmanlılar, Fransa, İngiltere ve Amerika olmuştur. Ruslar en güçlü oldukları komünizm döneminde bile iki numara olmaktan öteye gidememişlerdir.

Uzun süreli olarak “number one” olup dünyaya damgasını vurmak Türklere nasip olmuştur. Şans Türklere Recep Tayyip Erdoğan ile bu fırsatı vermek üzeredir.
AK Partinin “başkanlık takımının” başarısızlığı çok üzücü. Bu başarısızlık Türkiye için çok büyük kayıp olacaktır. Daha fırsat kaçmamıştır. Başbakan Erdoğan’ın başkanlık takımı medyada, televizyonlarda durmadan, usanmadan, korkmadan, ürkmeden bütün yukarıdaki çevrelere bu projeyi anlatmalı, izah etmeli, ikna etmelidir. Sonuçta görev almak, maaş almak, koltukta oturmak yetmemektedir. Bir takım içinde yer alınca maçı kazanmakta gerekmektedir. Başkanlık takımının maç kaybetmeye hakkı yoktur.

AK PARTİNİN AVRUPA TAKIMIDA BAŞARISIZ
Avrupa Birliğine Türkiye’nin girmesi şarttır. Neden? Biz on beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın lider ülkesiydik. Avrupa’nın yüzde kırkı Türk’ün kontrolü altındaydı. Akdeniz fiili olarak bir Türk gölüydü. Şimdi kenarından köşesinden bile Avrupa Birliğine girmek yeterli olmaz. Avrupa Birliğine lider ülke olarak girmek gerekir.
Avrupa Birliğini Fransa ve Almanya beraberce kurdu. Şimdi anlatacaklarımı Türkiye’nin Avrupa takımı belki bilmiyor. 1870 yılında Almanlar Fransa’yı yenerek iki doğu vilayetini, Alzas-Loren’i kendilerine ilhak etti. Fransızlar kudurdu. Müthiş bir ordu geliştirerek, olağanüstü hareketli ve etkili toplar icat ederek Birinci Dünya Savaşını çıkarttılar. Almanya’yı yendiler. 1918 yılında Alzas-Loren’i geri aldılar.
1940 yılında Hitler savaş stratejisini alt üst ederek ileri teknoloji uçaklarla ve tank tümenleriyle Fransa’ya saldırdı. Bu İkinci Dünya Savaşıydı. Alzas-Loren tekrar Alman oldu.
Yıl 1945. Fransızlar pes etmedi. Birinci Dünya Savaşını kazandıkları gibi İkinci Dünya Savaşını da kazandılar. Ama hikayenin bundan sonrası ilginç. Alzas-Loren’i tekrar kazanan Fransızlar bölgenin en büyük şehri Strasburg’da Avrupa Parlamentosunu kurdular. “Avrupa sarayı” denen bu bina içinde Avrupa Parlamentosu çalışır. Strasburg Fransa’da ama hemen Almanya sınırındadır.
Avrupa Parlamentosuna her davet edildiğimde Parlamento Başkanları tarafından kabul edildim. Okul arkadaşlıkları bunda rol oynuyor. Başkanın odasındayım: başkan sarı saçlı güzel bir hanım. Benim gibi Paris Siyasal Bilgiler mezunu bir Fransız Nicole Fontaine. Tekrar Parlamentoya davet edildiğimde bakıyorum oda aynı oda fakat başkan değişmiş. Klaus Hansch bir Alman. Onlarla görüşmemi Türkiye gazetesinde sürmanşette fotoğraflarıyla yayınlıyorum.

Özetin özeti: Fransız ve Almanların Strasburg’dan mesajı. “Avrupa bizim, biz yönetiyoruz.” AK Partinin Avrupa takımı bu gerçeği bilmiyor yada kabullenemiyor. “Sarkozy kötü, Merkel kötü”. Çareyi Hollanda’da yada Brüksel’deki memurlarda arıyorlar. Aramız Fransa ve Almanya’yla açıldıkça açılıyor.
Yakın zamanda İngiltere’nin en önemli politikacılarından biri Ankara’ya çok açık bir şekilde konuştu: “Fransız ve Almanlar istemezse Avrupa’ya giremezsiniz” dedi. Mesele Sarkozy’nin gidip yerine sosyalist adayın gelmesi değil. Ankara’daki Avrupa takımının güçlendirilmesi.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI BAŞBAKAN ERDOĞAN’A YARDIMCI OLMUYORLAR
Türkiye’de güçlü Sivil Toplum Kuruluşları var. Ama Başbakan Erdoğan’a yardımcı olmuyorlar. İcraat unutulmuş, kişisel şovlar birinci plana geçmiş. Alternatif bir siyasi parti gibi liderlerini pırıldatıyorlar. Lüks otellerde toplantılar, televizyon kameralarına demeçler, kongre turizmi gündemlerini oluşturuyor.
Geçmişten gelen model hala bugün sürüyor. Ama geçmişteki siyasi partiler çoktan seçmenler tarafından tasfiye oldu bile.
Bu yıl büyük Sivil Toplum Kuruluşları yöneticileri değişiyor. Bu Türkiye için yeni bir fırsat. Yeni gelen liderlerin Türkiye’nin çıkarlarını savunmaları lazım. Liderlerinin şöhretinin ön planda olması bu kurumlara fayda değil zarar veriyor.
Geçmişte bir karambol halinde tepeden Cumhurbaşkanı adaylarının çıktığı oldu. Şark kurnazlığı, Bizans entrikaları eskiden Türkiye’de prim yapıyordu. Artık AK Parti ile bu durumun değişmesi lazım. Siyasi lider tektir. Alternatifleri de gene siyasette bulunmalıdır. Sivil Toplum Kuruluşlarını tramplen gibi kullanmak yolunu Türkiye artık kapatmalıdır.
Önümüzdeki yıl içinde Sivil Toplum Kuruluşlarının başında medyatik şöhret olmayı amaçlamayan ama karınca gibi çalışan yöneticilere ihtiyaç var.

AK PARTİ ÖNÜMÜZDEKİ ON YILLARDA DAHA DA GÜÇLENEREK MERKEZ PARTİSİ OLARAK İKTİDARDA KALABİLİR
AK Partinin çok başarılı ve kahraman yöneticileri var. Her zaman tekrarlıyoruz: Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım bir tarih yazıyor. Havacılıkta Türkiye’de gerçekleştirdiği eser bir devrimdir. Şimdi mega projeler, hızlı trenler, köprüler, tüneller vitesin daha da büyütülmesini bekliyor.
Erdoğan Bayraktar bir başka başarı örneği. Onunda önümüzdeki yıllardaki mega eserlerini heyecanla bekliyoruz. “Çanakkale-İkinci İstanbul” projesiyle İstanbul bir Avrupa yönetim merkezi olma iddiasını taşıyor. İstanbul Boğazından Çanakkale Boğazına giden bir çizgide bir mega şehir Türkiye’yi Avrupa ve Asya’nın gerçek merkezi haline dönüştürecektir. Hızlı trenler, yeni köprüler, otoyollar, yeni havaalanlarıyla İstanbul-Çanakkale bölgesi, içindeki Kanal İstanbul ile birlikte düşünüldüğünde, üç kıta arasında, Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında bir dev çekim merkezi olacaktır.
Böyle büyük dönüşüm içerdeki siyasi kavgaya son veren bir başkanlık sistemi olmazsa nasıl gerçekleşecektir?
Kürt meselesinde kan akmaya devam ediyor. Oysa büyük zenginliğe sahip olan bir Türkiye’de, Türkiye’nin içinde ve dışında yaşayan tüm kürtler daha fazla ekmek parası için yönlerini bu büyük Türkiye mıknatısına çevireceklerdir.
Türkiye’de başkanlık sistemi olmazsa bu nasıl olacaktır? Türkiye’de herkesin düşünmesi gereken soru budur. On yıl sonra Türkiye nasıl olacak? Bu mega rüyayı hangi parti, hangi lider gerçekleştirecek? Türkiye’nin bugün temel meselesi budur.

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.