Hoşgeldiniz Sayın Başbakan - Haber 1Haber 1

Hoşgeldiniz Sayın Başbakan

14 Ocak 2013 - 8:02

ABONE OL

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Bener Karakartal analiz ediyor: 2014 yılında halkın oyuyla seçilecek bir Cumhurbaşkanı’nın göreve geleceği yeni bir dönem başlıyor. Yol mayınlı bir tarla gibi. Erdoğan başaracak. Nasıl mı?

Yer: Havaalanı Şeref Salonu. Başbakan Afrika’ya uçacak. Uçağa binmeden önce basın konferansı. Başbakan Afrika programını açıklıyor. Sonra soru cevap kısmına geçiliyor.

Bir Siyaset Bilimi Profesörü olarak Türk basınına notumu veriyorum: zayıf. Nedeni: dersinizi çalışın ve sayın Başbakan’a konuyla ilgili sorular sorun.

Afrika programı öncesi tanık olduğumuz bu soru-cevap süreci üç aşağı beş yukarı her benzer durumda tekrarlanıyor. İnsanın morali bozuluyor. Neden?

Türkiye son on yılda neredeyse her konuda dört yüz yıl önce bıraktığı uygarlık koşusuna tekrar başlıyor. Türkiye dört yüz yıl önce ara verdiği tarihle randevusuna tekrar kavuşuyor.

Bir örnek: Afrika kıtası. Son yüzyılların ezik ve fukara Türkiye’si bırakın Afrika’yı düşünmeyi minnacık Lüksemburg’dan bir milyon dolar dilenme noktasına gelmiş ve hüsrana uğramıştı. Şimdi Türkiye dünya fonu İMF’ye borç veriyor. Açlık, sefalet, kıtlık, iç savaş, hastalık batağındaki onlarca Afrika ülkesine yardım elini uzatıyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bu inleyen kıtanın fukara halkının ayağına gidiyor. Bu bir devrim. Bu Türkiye’nin tekrar doğuşu. Son iki yüz yıl Afrika Fransız ve İngiliz sömürge imparatorlukları tarafından bir pasta gibi ikiye paylaşılmıştı. Bu nedenle Afrika’nın batı yakası Fransızca, doğu yakası İngilizce konuşuyor. Türkler Afrika topraklarına Kanuni Sultan Süleyman zamanında Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemileriyle gelmiş ve yerleşmişlerdi. Bugün bile Tunus’a gidince müthiş bir Türkiye sevgisiyle ağırlanıyorum. Ama yüzyıllar boyu Türkler bir daha Afrika’ya ellerini uzatamamışlar. Afrika Fransız ve İngiliz sömürgecileri tarafından parsellenmiş.

Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bu Afrika’ya Türkiye’nin yardım elini uzatmak üzere Afrikalıların ayağına gidiyor. Bu bir devrim. Türkiye’nin dünya tarihiyle bir kere daha buluşması olayı.

Başbakan havaalanı şeref salonunda basın toplantısı tertip ediyor. Afrika programını açıklıyor. Sonra soru-cevap kısmına geçiliyor. Bir Siyaset Bilimci olarak ibretle televizyonda bakıyorum. Konuyla ilgili soru yok, ilgi yok, durumu kavrayan yok. Sorular magazin kokan iç politikayla ilgili. İç politika sulandırılıyor. Başbakan Türkiye’nin çok önünde koşuyor. Türk basını bu koşunun çok gerisinde ve dışında kalıyor.

ANLAŞILAMAMAK DURUMU 2013 TÜRKİYESİNDE BAŞBAKANIN KADERİ Mİ?

Yukarıdaki örnek Türkiye gündemindeki diğer konularda da görülüyor. Başkanlık sistemini ele alalım. Türkiye Başkanlık sistemini tartışıyor. Neden? Sistem doğru dürüst çalışsa Başkanlık sistemi gündeme gelir miydi?

Başkanlık sistemi her ülkede yok. Gelişmiş demokrasilerde iki model var. Biri parlamenter sistem öbürü Başkanlık sistemi. Parlamenter sistemlerin çalıştığı ülkelerde Başkanlık sistemi gündeme gelmiyor. Çünkü sistem çalışıyor. Parlamenter sistemin kalesi İngiltere. Bu ülkede rejim monarşi. İngiltere kraliçesi ülkede seviliyor ve sayılıyor. Parti veya partiler seçimle iş başına gelip seçimle gidiyorlar. Ülkede Cumhuriyet yok, hatta yazılı anayasa yok. Ama kurallar konusunda tam bir konsensüs var. Demokrasi tıkır tıkır çalışıyor.

Türkiye 1950 yılında İngiliz modelini örnek alarak demokrasiye geçti. İki büyük partili bir demokratik rejim kurdu. Ama ne demokrasi? 1960’da başta Cumhurbaşkanı ve bakanlar tüm iktidar partisi Milletvekilleri hapse girdi. Başbakan ve iki bakanı asıldı. Türkiye’de parlamenter sistemin başlangıcı bu. Ya gerisi? Hapse girmeyen Cumhurbaşkanı, Başbakan, parti lideri kalmadı. Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, Baykal, Gül, Erdoğan tutuklandılar ve siyasi nedenlerle özgürlüklerinden mahrum bırakıldılar. İşte bu nedenlerle Türkiye Başkanlık sistemini tartışıyor. Çünkü Türkiye’de parlamenter sistem çalışmadı. Derin devlet altmış yıl denetimsiz at oynattı. Türk ekonomisi kavga ve darbelerle derin yaralar aldı. On milyonlarca Türk fukaralığı tattı. Türkiye dünya sahnesinden silindi. Gelişmiş ülkelerin bir piyonu oldu. Türkiye’de kentler acınacak düzeye geldi. Evlerde musluklardan su akmadı. Türkiye geri kaldı. İşte bu nedenlerle Türkiye Başkanlık sistemini tartışıyor.

Ama ben Siyaset Bilimi Profesörü olarak soruyorum. Televizyon kanallarındaki programlara bakıyorum. Türkiye Başkanlık sistemini tartışıyor mu? Hayır. Basın varsa yoksa Tayyip Erdoğan ile uğraşıyor. Onun yolunu kesmeye çalışıyor. Sorun bağcıyı dövmek.

TÜRKİYE İKTİDARIYLA MUHALEFETİYLE 2014’E KİLİTLENDİ: BARDAĞIN BOŞ VE DOLU TARAFLARI

Başbakan Erdoğan cephesinde durum: Erdoğan akıl dolu bir strateji ve taktik izliyor. Amacı en geniş mutabakat ile başkanlık yarışını göğüslemek. Barış ve uyum, sorun çözücülük, arı kovanına çomak sokmamak olarak yaklaşımını özetlemek mümkün.

Ama Erdoğan’ı başkanlığa götüren yol mayınlı tarla gibi. Bu mayınlar da aysberg misali: görüneni az, görünmeyeni çok. Derinlerde saklanmış. Onları keşfetmek için usta gözlere ihtiyaç var.

Anadolu topraklarında uygarlık geleneği on bin yılda oluşmuş. Siyasi entrika geleneği de on bin yıldır var demek. Dün bu topraklarda var olan entrika geleneğinin yarın duracağına dair en ufak bir kanıt yok.

Hikayenin sonundan başlayalım. Özal’ı yiyen güçler bugün dimdik ayakta. Özal 1990 yılında Cumhurbaşkanı oldu. Partisi Anavatan’ın kurucusuydu. Onun sayesinde yüzlerce kişi ikbal, mal, mülk, şöhret sahibi oldu. Hepsini siyasete kazandıran Turgut Özal’dı.

ÖZAL 1990’DA CUMHURBAŞKANI OLDU. ÜÇ YIL BİLE BİTMEDEN 1993’TE ÖLDÜ. ONUN YOLUNU KİMLER, NEDEN, NASIL KESTİLER?

Özal 1990’da Cumhurbaşkanı olunca partili bir Cumhurbaşkanı olma niyetindeydi. Türkiye’ye çağ atlatan eserini tamamlamak istiyordu. Partisinin başına ve Başbakanlığa güvendiği bir arkadaşını getirdi. Yıldırım Akbulut gerçek bir Anadolu adamıydı. Tevazu, çalışkanlık, vatan sevgisi ve vefa duygularıyla hareket eden ağır başlı, efendi, kibar bir kişiydi. Şahsen tanıyorum: TGRT’de çok bakılan “Geniş Açı” programıma konuk oldu.

Özal 1990 yılında Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez merkez medyanın amiral gemisinin çiçeği burnunda genel yayın yönetmeninin saldırısıyla karşılaştı. Manşetler ve köşe yazıları ok gibi yağmaya ve onu yaralamaya başladı: “Özal’a alışamadık” “Özal’ı kandırdılar” “Özal kandırılmaya bayılır” başlıklarını lütfen arşivlerden çıkartınız. “Manşet senyörü” amacına ulaştı ve “özköşk” olmayı başardı. Ama Özal’ın üzüntüden ölme süreci de başladı.

Manşetler ok gibi yağmaya devam ediyor ve Özal hareket edemez hale getiriliyordu. Çankaya’da Cumhurbaşkanıydı ama yapayalnızdı. Önce korkunç bir medya kampanyasıyla alay konusu haline getirilen Başbakan Yıldırım Akbulut parti içi bir darbeyle devrildi. Merkez medyanın adayı Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan oldu. Bir süre sonra da Anavatan Partisinin zaaflarını iyi kullanan kurt politikacı Demirel Başbakanlığı altıncı kez ele geçirdi. Özal için sonun başlangıcı başlamıştı.

Merkez medya Özal’a yüklendikçe yükleniyor ve onu Yüce Divana sürüklemeye çalışıyordu. Cumhurbaşkanı olduğu günden beri adeta ona kilitlenen manşet senyörü ona “havuç ve sopa” politikası uyguluyordu. Son zamanlarda geriye sadece sopa kalmıştı.
Ocak 1993. Özal’ın uçağındayım. Afrika’dan Senegal’den Ankara’ya dönüyoruz. Cumhurbaşkanına tahsis edilen Airbus uçağının özel ön kısmında Cumhurbaşkanı ile başbaşayım. Ondan durumu yorumlamasını istiyorum. Büyük Sahra çölü üzerinde on iki bin metre yükseklikte Özal’ın bana söylediği sözler tarihe geçecek nitelikte. Belki de Özal’ı anlamak ve ölümünü çözmek için bir belge niteliğinde. Bu konuşmayı Türkiye gazetesinde 16 Ocak 1993’de fotoğrafları ile yayınlıyorum. Mutlaka bu belgenin okunması gerek.

Bu geniş konuşmada Özal özetle dört şey söylüyor. 1- Ülkemiz çok kısa zamanda çok ileri bir duruma geldi. Türkiye komşularına fark arttı. 2- Bu gelişmeler çok kısa zamanda meydana geldiği için insanlarımızın kafasında hala eski yıllar var. 3- İçeride siyasi kavgalar devam ettiği için durum bir nevi bulanık gözlük camları arkasından görülüyor. 4- Durum yakında daha iyi anlaşılacak, Türkiye’yi kötü gösterme gayretlerinin bir geçici buluttan, geçici bir sisten başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Gerçekleri görenlerin çekinmeden yağcılıktır falan gibi lafları bir yana bırakıp anlatması lazım. Türkiye’nin geldiği noktayı anlatmada basının ve televizyonun çok önemli rolü var. Doğrular yakında anlaşılacak. Ben şimdi çok daha ümitliyim.” (Türkiye gazetesi 16 Ocak 1993 “Doğrular yakında anlaşılacak.”) Özal bu konuşmadan 3 ay sonra ölüyor.

28 şubat’ı inceleyenler nedense 1990 yılında Özal’ın Cumhurbaşkanı seçildiği dönemi göremiyorlar. Oysa 1990’da başlayan dönem 28 Şubat’ın ve kötülüklerinin başlangıcı.

BUGÜN DEĞİŞEN NE?

Merkez medya dün Özal’a kilitlenmişti. “Manşet senyörü” bugün aynı taktiği Başbakan Erdoğan için kullanıyor. Ona kilitlenmiş vaziyette “havuç ve sopa” taktiğini uyguluyor. Bir gün övüyor öbür gün eleştiriyor. 2014’e giden yolda ona barış öneriyor. Özal döneminde aynı senaryoyu görenler bu kez kurulan tuzakları fark etmek zorunda. Yarın Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse onu partisinden kopartmak ve Çankaya’da yapayalnız bırakmak hedefleniyor. Amaç bir karambol yaratmak ve iktidarı tekrar ele geçirmek.

CEMAAT İLE İLİŞKİLER

2003’te başlayan yeni dönemde AK Parti esasında geniş bir koalisyon olarak iktidara geldi. Bu koalisyonda “Cemaat” in gücü önemli. Yol boyunca oluşan türbülanslara dikkat etmek lazım. Bugün bu ilişkiler ne durumda?

Cemaate yakın bir kanalda, cemaatle iktidarın ilişkilerin gerginleştiği günlerde bir programa davetliyim. Beni kanalın kapısına kadar uğurlayan genç arkadaşa üzüntümü belli ediyorum. “Ben cemaatin de, iktidarın da dışında olan bağımsız bir uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi profesörüyüm” diyorum. “Türkiye’nin çıkarları açısından bakınca cemaat ve iktidar gerginliği hiç hoş değil. Yakınlaşmanız gerekir” diyorum. Bana verilen cevaptan şok oluyorum. Genç arkadaş ” tam tersine tamamen kopmamız gerekir” diyor.

Bunu izleyen günlerde gelişmeler gerçekten bu çizgide. Önce meşhur Abant toplantısı. Türkiye’nin başkanlık sistemini tartışmaya açtığı bugünlerde Abant’ta masa etrafında toplantıya çağırılan profesör ünvanlı kişiler başkanlık sistemini yaylım ateşine tutuyorlar. Bu kişilerin neredeyse tümünü otuz yıldır tanıyorum. Aralarında öğrencim olan asistan aldığım şimdi profesör olanlarda var. Mesele başkanlık sistemini tartışmak değil isim vermeden Başbakan Erdoğan’ın yolunu kesmek. Hüzün verici olan nokta hiçbiri başkanlık konusunda uzman olmayan bu kişilerin şöhretlerinin Ak Parti iktidara geldikten sonra Ak Parti sayesinde elde edilmiş olması.

Doğrudan cemaate ait bir diğer kanalda gene profesör ünvanlı akademisyenler Başbakan’a yükleniyorlar. Ağızlarından düşmeyen kelime “Avrupa standartları”. Elli yıldır Avrupa ile iç içe olan bir siyaset bilimi profesörü olarak anlattıklarının sadece Türk halkını afyonlamak olduğunu görüyorum. Anlattıkları Avrupa gerçekte yok. Ama mesele bağcıyı dövmek. Başbakan Erdoğan’ı eleştirmek. İşin en insafsız tarafı bu eleştirilerde devamlı hukuk ve demokrasiyi referans almak. Hukuk ve demokrasi onların. Başbakan’a bir şey kalmıyor.

Başlangıçtaki düşüncemi tekrarlıyorum: Ak Partinin açık ve gizli o kadar çok düşmanı var ki buna birde cemaat-parti gerginliği eklemekte iki tarafında hiçbir çıkarı yok.

KAOS BEKLEYENLER UMUTLARINI KARAMBOLE BAĞLADILAR

Ak Partinin Türk demokrasisine en büyük katkısı demokrasiyi vesayetten kurtarmak oldu. Türk demokrasisinin kısır bir döngüsü vardı: politikacılar kavga eder, siyaseti cehenneme çevirir, ordu da müdahale eder demokrasiyi kurtarırdı.

Ak Parti iktidara gelinceye kadar bu senaryoya inandırıldık. Ama Ak Parti sayesinde bir gerçek ortaya çıktı: bu kısır döngü kendiliğinden olmuyordu. Evet Türk siyasetçileri maalesef sinirliydi, kavgacıydı, kıskançtı, bir kısmı entrikacıydı. Ama kısır döngü kendiliğinden olmuyordu. Senaryoyu yazanlar vardı. Komplo teorilerine inanmıyorum. Ama bütün dünyada var olan derin devletin Türkiye’de diğer örneklerden biraz fazla olarak Türkiye’de var olduğunu artık görüyoruz. Bu bilinçlenme Ak Parti sayesinde oldu.

Ama eksik olan ne? Senaristlerin bir kısmı ortaya çıkarılıyor. Ama sadece bir kısmı. Vesayet geriletiliyor. Ama bir kısmı. Fatura geniş bir şekilde askeri bürokrasiye çıkarıldı. Gerçek sorumlular hala bir kahraman gibi maddi manevi bütün güçleri ellerinde tutarak yollarına devam ediyor.

Başbakan Erdoğan 2014’e geniş bir milli mutabakatla gitmek istiyor. Teorik olarak haklı. Medyanın güçlü kesimlerine, onların arkasındaki sermaye gruplarına dokunmak istemiyor. Onların maddi gücünü, uluslararası ilişkilerini, komplocu karakterlerini çok yakınen bildiğinden arı kovanına çomak sokmak istemiyor görüntüsü veriyor. Yanılıyor muyum? Türkiye’de iktidarın medyaya ihtiyacı var. Büyük sermayeyle işbirliği yapması ülke çıkarları açısından bir zorunluluk.

28 şubat. Meclis Araştırma Komisyonu Başkanı çok net konuşuyor. Bütün sorumluların üzerine gidilmediğini itiraf ediyor. Vesayet sadece askeri kanatta geriletildi. Medyanın manşet senyörleri, onlarla iç içe olan eski politikacılar intikam günlerini bekliyor. Kaostan karambol çıkartmayı umut ediyor. Kıyamet gününü de bildiriyor: 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri.

TÜRKİYE’DE STK’LAR DÜNDEN KALAN DİNAZORLAR GİBİ

Yakın zamanda kurulan MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşlar dışında Türkiye’deki büyük STK’lar dünden gelen ve değişmeyen, değişmeyi kabul etmeyen dinazorlar gibi. Benzerlerine büyük demokrasilerde hiç rastlanmıyor. Hala siyaset içinde olmaya devam ediyorlar.

Büyük demokrasilerde STK’lar nasıl çalışıyor? Bunlar için özel kanun yapmaya lüzum yok. Demokrasiler kurallar üzerine kuruludur. Hatırlatalım dünyanın en eski ve en büyük demokrasisi İngiltere’de yazılı anayasa yoktur. Herkes yerini bilir ve davranışını ona göre ayarlar. Seçimler siyasetin iktidara giden yoludur. Siyaset yapmak isteyenler STK’lar içinde saklanmazlar. STK’lar birer baskı ve çıkar grubudur. Temsil ettikleri grupların çıkarlarını savunmakla yetinirler. Alternatif bir siyasi parti gibi karanlıkta saklanıp kestirme yoldan iktidara gelmeyi hayal etmezler.

Bir diğer büyük demokrasiye ABD’ye bakalım. Başkan dört yıl için seçilir. Seçim tarihi değişmez. Eğer görev sırasında ölürse veya öldürülürse kalan süreyi Başkan yardımcısı tamamlar. Basit bir törenle dünyanın en büyük demokrasisin başına geçer. Kennedy öldürülünce vakit kaybetmemek için yerine geçen yardımcısı Johnson başkanlık yemini Kennedy’nin tabutunu taşıyan uçak içinde gökte yapmıştır.
Gelişmiş demokrasilerde siyaset siyasettir. Partilerde yapılır. Ordular darbe yapmazlar. Şahsi ikbal ve para peşinde koşan manşet senyörleri gazetelerini kullanarak orduyu darbe yapmaya teşvik etmezler. STK başkanları’da karambol beklentisi içinde iktidara kestirme yoldan gelmeyi düşünmezler. Muhalefet partileri iktidara gelmenin yolunun seçim olduğunu bilirler ve iktidara gelmek için basınla, orduyla, STK başkanlarıyla iktidara gizli açık komplo kurmazlar. Kuramazlar. Gerçek demokrasiler buna izin vermez.

STK’lar üyelerinden toplanan paralarla pahalı hediyeler veremezler ve özel uçaklarla bol keseden para sarf edip seyahat edemezler. Seyahatleri turistik gezilerin kamuflajı olamaz. Demokrasilerde STK başkanları otellerde medyayı toplayıp her konuda beyanat verip şöhretlerini pekiştirmek yolunu tutamazlar. Topladıkları paranın hesabını üyelerine vermek zorundadırlar. STK’ların amacı resmi amaçların dışına çıkamaz. Çok uzun süre koltuklarına yapışıp kalmazlar. Faaliyetlerinin başarısı ölçüsünde değerlendirirler.

Gelişmiş demokrasilerde durum böyleyken yozlaşmış demokrasilerde durum böyle değildir. Yozlaşma tüm kurumları bir kanser gibi sarar. Basın komplo yapar. Manşet atıp insanları mahfeder. Onlara cevap hakkı vermez. Gazeteciler çok para kazanır ve kendi ifadeleriyle “şahane bir hayat” yaşarlar. Çocuklarını en pahalı saray otellerde evlendirirler. Mal mülk ve servet sahibi olurlar. Yozlaşmış demokrasilerde iktidarda olanlar devlet bankalarını soyarlar ve çevresindekilere özel banka kurdurup halkın soyulmasına izin verirler. Yozlaşmış demokrasilerde ordular darbe yapar. STK yöneticileri de bu komplolar içerisinde yer alır ve kendi kurumlarının çok ötesinde siyasi arenada faaliyette bulunur.

Türkiye’de “28 şubat” dönemi demokrasilerin nasıl yozlaşabildiğini gösteren ders kitaplarına girmesi gereken ibret verici bir örnektir.

Bugün STK’lar düzeldi mi? Kurumların çıkarlarını savunan örgütler haline dönüşe bildiler mi? Bunu söylemek çok zor. Yukarıda belirttiğim üzere TUSKON ve MÜSİAD dışındaki büyük STK’lar dünkü modelden çok farklı çalışmıyorlar.

Büyük STK’lardan Türkiye ne bekliyor? STK’lar ekonomik sektörde kurulmuşlardır. Türkiye’nin ekonomik kalkınma bakımından dişini tırnağına taktığı bir dönemde ne ölçüde laf ve seyahat üretmenin ötesinde netice almaktadırlar?

Örnekler üzerinde çalışalım. Avrupa Birliği bir milli hedef olarak Türkiye tarafından belirlenmiştir. Avrupa Birliğinde STK’lar çok pahalı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Ama bu faaliyetlere yakından bakıldığında netice hüzün vericidir. STK’larda bir memurlar oligarşisi kapıları sıkı sıkıya tutmuş, Avrupa’daki faaliyetleri günü birlik seyahatlere ve toplantıları kongre turizmine dönüştürmüşlerdir. Neredeyse davul zurna ve bayraklarla lüks otellere gidilmiş ve orada Türkün Türkle sohbet ettiği toplantılar düzenlenmiştir. Bu toplantılarda Türk dostu olduğunu söyleyen ama bu dostluklarını nedense yalnız Türklerle oldukları zaman belirten kişilerle bir araya gelinmiştir. Yakın zamanda STK’ların çok iddialı ve pahalı “Fransa’da Türk Mevsimi” programı gerçekleşmiştir. Netice bir hezimettir. Etkilenmesi gereken Fransa Cumhurbaşkanı ağzında sakızla birkaç dakikalığına alaycı bir görüşle bu faaliyete kapıdan uğramıştır. Bu faaliyetleri organize eden STK temsilcileri gittikleri ülkenin dilini bile konuşamıyorlardı ve tercüman eşliğinde bu ülkelere gidiyorlardı. “Fransa’da Türk Mevsimi”nin çocuğu Fransa parlamentosundaki Türkiye aleyhine ermeni yasası olmuştur. Bu yasa Fransa Meclisinde ve Senatosunda onaylanmıştır. Anayasa Konseyinde durdurulması ise, kimse kimseyi kandırmasın, iktidarı kaybetme sürecine giren Sarkozy ile ilgili bir iç politika hesaplaşmasının sonucu olmuştur. Ermeni yasasında süreç devam etmektedir ve yeni Cumhurbaşkanı Hollande Ermeni seçmenlerine söz vermiştir.

TÜRK STK’LAR AMERİKA’DA DA BAŞARILI DEĞİLLER

Türk-Amerikan ilişkilerinin içinde bulunduğumuz dönemdeki fevkalade olumlu gelişimi dünya konjonktürü, bölgesel durumlar ve Başbakan Erdoğan’ın çok başarılı dünya politikasının doğrudan bir sonucudur. Bu başarıda STK’ların kendilerine pay biçmemeleri gerekir.

STK’ların dünyanın en güçlü ülkesi ABD’de de faaliyetleri hüsranla bitmiştir. Washington ve New York’a Avrupa’ya yapılan seyahatler benzeri sayısız program tertip edilmiş ama ekonomik bakımdan bu programlar ciddi bir şekilde organize edilmediğinden ve göstermelik kaldığından bir netice alınamamıştır. Amerika’yla ticaret hüzün verici bir dengesizliği göstermektedir. Amerika’dan çok mal alıyoruz ve çok az mal satıyoruz.

Büyük STK’ların tersine MÜSİAD ve TUSKON ilerliyorsa ve netice alıyorsa bunun nedeni nedir? MÜSİAD ve TUSKON Başkanlarında gösteriş ve şahsi ikbal arayışı olduğunu kimse söyleyemez. MÜSİAD ve TUSKON zor ülkelerde çalışıyorlar. Afrika’da, Asya’da, Orta Doğu’da ve diğer kıtalarda Türk bayrağını zirvelere taşıyorlar. Amaçlarına uygun hareket ediyorlar. Anadolu’nun çalışkan ve kahraman girişimcisinin yolunu aydınlatıyorlar. Büyük STK’ların yöneticileri gibi netice vermeyen şov amaçlı, yüzeysel derinliği olmayan toplantılar tertip etmiyorlar. Pamuk ipliği gibi çalışmıyorlar. İpe un sermiyorlar. Güvenilir ve sağlam bir yol izliyorlar. Bu nedenle imajları her gün daha yukarılara çıkıyor.

Büyük STK’lar konusunda Türkiye uyanıyor. Basına son günlerde göz attığımızda bunu görüyoruz. İşçisinin parasını veremeyen bir oda dağıttığı pahalı hediyelerle tepki topluyor. Odanın esnaf üyeleri “bizden toplanan paralarla turistik geziler yapılıyor” diye tepki gösteriyor.

2013 yılında yöneticiler değişecek mi? TUSKON ve MÜSİAD’da olduğu gibi şov değil, netice peşinde koşan yöneticiler iş başına gelecek mi? Türkiye’de nihayet batı türü STK’lar kurulup Türk ekonomisine gerçek anlamda katkı sağlamaya başlayacak mı? STK’lar Amerikan pazarına Türk ekonomisini gümbür gümbür sokacak mı? STK’lar krizi yaşayan Avrupa’da Türkiye için krizi fırsata dönüştürecek mi?

2014 TÜRKİYE İÇİN NEDEN ÇOK ÖNEMLİ?

1990 yılından itibaren Türkiye gazetesinde, 1994’ten programımın kaldırıldığı 2003 yılına kadar TGRT’de sonrada çok çeşitli televizyon kanallarında hep aynı şeyleri tekrarladım: Türkiye nükleer enerji ile, mega şirketlerle, mega projelerle, hızlı trenlerle tanışmak için çok geç kaldı. Türkiye’nin geç kalmışlığını Sakıp Sabancı ile yaptığımız “Sakıp Ağa ile Başbaşa” programlarında defalarca tekrarladık. Bir siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü olarak rötarı yakalamanın yolunun başkanlık sistemi olduğunu yüzlerce kez ifade ettim. Türkiye dünyada number one olmayı becerebilmiş beş ülkeden biriydi. Bunun iki sırrı vardı. Birincisi peş peşe gelen 5 dahi padişah. İkincisi sadrazamlık kurumu. Dahi padişahlar sadrazamlara hedef belirliyorlar ve başarısız yada yorulan sadrazamları görevden alıyorlardı.

Osmanlı modeli bir başkanlıktı ve her milletten, her kökenden, her dinden, her renkten insanı yüz yıllarca bir arada tutma becerisini göstermişti. Bu model onu evrenselliğe taşıdı. Dahi devlet adamları Osmanlık modelinin bir örnek olabileceğini keşfettiler. Onun yapısını çağdaş dünyada Amerika Birleşik Devletleri benimsedi. Sadrazamlık kurumu ise başlı başına bir icattı. Bu kurumu da bugünkü beşinci Fransa Cumhuriyeti kopyaladı. Beraber kitap yazdığımız (Mort des dictatures-Paris 1981-Economica, Sorbonne Üniversitesi yayını) Fransa’nın en ünlü siyaset bilimi ve anayasa profesörü Maurice Duverger “bugün Fransa’nın başında seçilmiş bir Kral var” diyor. Ama bir diktatör değil. Bugünkü Fransa Cumhurbaşkanı diktatör olamaz çünkü yedi senede bir Cumhurbaşkanı seçimi var. Şimdi bu süre beş seneye indirildi. Fransız sisteminin özelliği: süper yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı ve neredeyse bütün yetkileri elinden alınmış ve sadece Cumhurbaşkanından direktif alan bir Başbakan. Sanki bir Osmanlı sadrazamı. Bu sistem sayesinde Fransa kanatlanıp altın çağını yaşadığı gibi, Avrupa Birliğini kurdu. Onu kanatlandırdı. Avrupa’ya altın çağını yaşattı. Euro bugünde dünyanın en güçlü parası, on sekiz trilyonluk GSYİH ile on beş trilyonluk ABD’ye fark atıyor. Ya Avrupa’nın bugünkü krizi diyeceksiniz? Onun sebebini de bugünkü Avrupa’nın zayıf Krallarında arayın.

TÜRKİYE RÖTARINI YAKALIYOR

Türkiye artık yüzyıllar içinde birikmiş rötarını telafi etmeye başladı. Ama yozlaşmış parlamenter sistemi yüzünden 1960-2002 yılları arasında çok zaman kaybetti. Türk ekonomisi çok patinaj yaptı. Boşa alınmış vites gibi yerinde saydı. Motoru boş yere ısındı. Son on yılda Ak Parti ile vites büyüyor. Türkiye dördüncü vitese geçti. Ama bu süratte yetersiz. İşte bunun için Türkiye’ye başkanlık sistemi şart. Ekonomi yedinci viteste gitmek istiyor.

Türkiye başkanlık sistemine geçebilecek mi? Geçmişte bunu Özal çok istedi. Ama başaramadı. Sorumlusu merkez medya ve manşet senyörleridir. Aynı negatif güçler bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da yolunu kesmeye çalışıyor.

Başkanlık sistemi Türkiye’yi kanatlandırır. Başkanlık sistemine Türkiye’yi en çok Başbakan Erdoğan yakınlaştırdı. Bu sisteme geçersek onun sayesinde geçeriz. Geçemezsek eminim uzun yıllar için bu proje rafa kaldırılır. Türkiye gene yozlaşmış parlamenter sistemin ayak oyunlarının kurbanı olur.

Başbakan Erdoğan’ın başkan olmasını istemek yağcılık falan değil. Türkiye’yi başkanlığa en çok o yakınlaştırdı. Başaramazsa Türkiye kaybedecek. Benim şahsen Ak Parti iktidarından hiçbir çıkarım olmadı. Hayatımın en pasif on senesini onun iktidarında geçirdim. Başbakan Erdoğan ve Ak Parti istiyor görüntüsüyle televizyon programıma 2003 yılında son verildi. Buna da tam inanasım gelmiyor. Sonuçta onu destekliyordum. Benim durumumda çok sayıda bilim adamı ve gazetecinin işine son verildiğine eminim. Kurumlar içinde Bizans oyunları son on yılda arttı. Bazı kurnaz tilkiler koltuklara ulaşabilmek için entrikalarına hız verdiler. Başardılarda. Bunun için Erdoğan’ın adını kullandılar. Bu durumlardan Erdoğan’ın haberi olduğuna inanmıyorum. İnanmak istemiyorum. Olsa olsa eksik ve yanlış bilgilerle çıkarı olan birileri tarafından dolduruluşa getirildiğini tahmin ediyorum. Yoksa “Sakıp Ağa İle Başbaşa” gibi bir program neden yayından kaldırılsın? Program kopyaları neden imha edilsin?
Ak Parti ile hiçbir çıkar ilişkim olmadığını açıkladım. Ama Türkiye sevgisi beni başkanlık sistemini desteklememe yol açıyor. Başbakan Erdoğan’da Türkiye’de başkanlık sistemini gerçekleştirebilecek bir tarihi lider olarak gözüküyor. Bu nedenle başkanlık sistemini ve Erdoğan’ı destekliyorum.

2014’TE NE OLACAK? ERDOĞAN BAŞARABİLECEK Mİ?

2014 hemen yarın. Vakit çok hızlı akıyor. Eğer 2014’te Erdoğan bugünkü sistem çerçevesinde Cumhurbaşkanı seçilirse Türkiye süratle bir türbülans ortamına sürüklenebilir.

Bugünkü anayasal yapı sakat: 1982’de anayasa yazanlar temel bir hata yaptılar. Fransa anayasasından esinlenerek Cumhurbaşkanının yetkilerini arttırdılar. Ama Fransa anayasasını anlamamışlardı. Başbakan’ın yetkilerini geniş tuttular. Bu nedenle 1983’den bugüne iki kutuplu sistem kuruldu. Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar çatıştılar. Sorun onlardan kaynaklanmıyordu. Hata 1982 anayasasındaydı.

2014’de durum daha da vahimleşebilir. Çünkü Cumhurbaşkanını artık halk seçecek. Partili Cumhurbaşkanı bugünkü anayasal çerçevede boş bir laf. Özal’da, Demirel’de partili Cumhurbaşkanı idi. Ama seçildikten sonra kendi kurdukları parti onları dışladı. Faturayı sistem ödedi. Ekonomi büyük krize girdi.

2014’te ne olacak? Daha bugünden entrika çevreleri antremana başladılar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün her beyanatına bir cankurtaran simidi gibi sarılıp iki kader arkadaşını karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Oysa Erdoğan ve Gül AK Partiyi beraber kurdular. Erdoğan yasaklıyken Gül’e Başbakanlık kapısını açtı. Yasağı kalkınca Gül Erdoğan’a memnuniyetle Başbakanlık koltuğunu bıraktı. Bütün fırtınalara göğüs geren Erdoğan, Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını sağladı. Bu iki siyasetçi kader birliği yaptılar. Birbirlerinden güç aldıklarını ikisi de biliyorlar. Ayrılmanın faturasının yüksek olduğunu Abdüllatif Şener örneği bir matematik denklem gibi gösteriyor. Kanımca Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla Gül, Erdoğan sahnede olduğu taktirde, onun yolunu kesmeyecektir. Ama 2014’te ya değişik senaryolar gündeme gelirse? Merkez medya, onu destekleyen bir kısım İstanbul sermayesi, onların sahneye çıkaracağı şöhretli STK yöneticileri ve hazır destek CHP kendi aralarında bir kutsal ittifak kurarlarsa ne olacak?

ÇÖZÜM: GÜÇLÜ EKİP

2014 yılında yeni bir dönem başlayacak. Yeni seçilen Cumhurbaşkanının huzur içinde icraat yapması mümkün. Bu nasıl olacak? Anayasal düzenlemelerle.

Anayasa reformuna muhalefetin kesin kes direneceği baştan belliydi. Meclis başkanı Cemil Çiçek’in iyi niyetle gayret göstermesi konumu itibariyle gerekliydi. Ama siyaset biliminin kenarından bile nasibini almış her kişinin bu çabaların netice vermeyeceğini ta baştan tahmin ettiğini ben biliyorum. Çünkü burada konu bağcıyı dövmek. Türkçe tercümesi: başkanlık sistemine geçmemek, tüm yetkileri Erdoğan’a vermemek. Gerek MHP, gerek CHP’nin kabusu önümüzdeki bir on yıl daha Erdoğan ile yaşamak.

Türkiye başkanlık sistemine geçebilir. Bu muhalefete rağmen mümkün. Bu nasıl olacak? Erdoğan’ın son on yıllık icraatının halka doğru dürüst anlatılmasıyla. Millet ikna olursa Erdoğan’a başkanlık yolunu açar.

Başbakan Erdoğan’ın son on yıllık icraatı ne kadar olumlu? Bu soruya cevap vermek için kişilere değil icraatın kendisine bakmak lazım. Çünkü Erdoğan ekibinde karınca misali sessiz sedasız dev işler yapanlar var. Bunlar çok çalışıyorlar az konuşuyorlar. Birde bütün dünyada olduğu gibi ağzı laf yapanlar var. Bunlar kendilerine ayrılan sahada başarısız oldukları için başarılı bakanların işlerini kendileri yapmış gibi pazarlıyorlar. Kimseyi kızdırmamak için isim vermeyeceğim. İcraatı sektörler açısından değerlendireceğim.

Çok başarılı sektörler: Türkiye’nin batısında ekonomik krizden kıvranan Avrupa var. Güneyinde de ateş çemberi içindeki Suriye ve Irak. Türkiye bu iki cehennem arasında bir vaha: ekonomisi göz kamaştırıyor. Türk parası güçlü, enflasyon düşüyor, faizler düşüyor, ihracat artıyor, döviz rezervleri artıyor. Bu başarıların her birinin arkasında kişiler var.

Diğer bir gurur sayfası: havaalanları, tüneller, oto yollar, hızlı tren, toplu inşaat, duble yollar, alışveriş merkezleri. Bu sektörlerde de büyük başarı var. Bu başarıların arkasındaki bakanları da herkes biliyor. Ama bu icraatlara keşke 2003’de hemen başlanabilseydi. Bana kalırsa 2003-2007 yılları Ak Partinin kaplumbağa yılları oldu. Uçak 2007’de havalandı. Eğer 2003’de hemen icraata geçilseydi İstanbul’a üçüncü köprü, Çanakkale köprüsü, ilk nükleer santral devreye girmiş olurdu.

Çanakkale köprüsünü ilk projelendiren ve finansmanını sağlayan kişi çok yakın dostum rahmetli Üzeyir Garih oldu. İspanya’da özelleştirme sonucu o zamanın parasıyla 170 milyon dolar açıkta dolaşıyordu. Üzeyir Garih İspanyol’ları Çanakkale köprüsünü yap-işlet modeli ile yapmak konusunda ikna etti. Bütün çabalarına karşı Ankara’yı aşamadı. TGRT’de yayınlanan programımda bana “gizli bir el Çanakkale köprüsünü engelliyor” dedi. Ben bu gizli elin kim olduğunu tahmin ediyorum.

2006 yılında bu kez benim Fransa seyahatimde dünyanın en büyük müteahhitlik şirketinin sahibi iki kardeşten biri bana “Dardanel köprüsü çok güzel bir rüya. İstanbul köprüsü için geç kalınıyor” dedi. İstekliydi. Bu dönemde Avrupa’da para çok bol ve çok ucuzdu. Avrupa’da mega şirketler Türkiye’de yap-işlet modeline büyük ilgi duyuyordu. Bugün ise para zor ve çok pahalı. Türkiye’ye gelmek konusunda eskisi kadar iştahlı değiller. Zaten Avrupa ile ilişkileri yürüten STK yöneticilerin vizyonu bu mega projeleri algılamaktan uzaktı. Lisan bilmeyen memurlarının güdümünde günlük kongre turizmiyle enerjilerini tüketiyorlardı. Türkiye’ye çok büyük fırsatlar kaybettirdiler.

Özetle: Başbakan Erdoğan’ın ekonomi takımı çok başarılı. Bakanlar teknokrat yardımcılarıyla yirmi birinci yüz yılın teknik bilgisiyle iyi bir ekip çalışması yapıyorlar. Alt yapı icraatları da geç başladı ama şimdi yüksek irtifada hız yapıyor. İhracat ekibi de TUSKON’la, MÜSİAD’la iş birliği yaparak büyük işler gerçekleştiriyor.

Başarısızlık Avrupa politikasında ortaya çıkıyor. Avrupa’da çalışması gerekenler her gün Türk televizyonlarına çıkıp Avrupa’yı suçluyorlar. Önce Sarkozy kötü adamdı. Sarkozy gidince herşey düzelecekti. Sarkozy gitti. Değişen ne? Hollande zayıf bir Cumhurbaşkanı. Sarkozy ve Hollande’ın okuduğu okullarda okudum. Orada profesör oldum ve ders vermeye başladım. 12 Eylül sonrası Avrupa ve Fransa ile ilişkilerin buz gibi olduğu zamanda Rahmetli Sakıp Sabancı’nın sponsorluğuyla Fransa Başbakanlarını Türkiye’ye getirdim ve Başbakanlık konutunda Başbakan Turgut Özal ile tanıştırdım. Onları Atlıköşk’te ağırladım. Organize ettiğim bir faaliyette rahmetli Sakıp Sabancı, Güler Sabancı ve Ümit Boyner’le Fransa Başkanlık Sarayında Cumhurbaşkanı Chirac tarafından kabul edildik. 1954 yılından beri Fransızlarla aynı dünyayı paylaştım. Bu bakımdan Sarkozy ile olan iş birliğinin hatalarının Türk tarafından kaynaklandığının analizini kim isterse ona yapmaya hazırım.
Sarkozy gitti. Hollande geldi. Hollande çok zayıf bir Cumhurbaşkanı. Partisi dağınıklık içinde. Kamuoyu araştırmalarında Sarkozy tekrar yükseliyor. Yarın tekrar Fransa’nın başına geçerse hiç şaşırmamak lazım. Şahsen tanıdığım dev Fransız patronları Hollande’a düşman ve Sarkozy’yi destekliyorlar. Ermeni tasarısı halen rafta ve inmesi an meselesi. Hollande’ın Ermeni lobilerine açık gizli verilmiş sözleri var.

Hollande yakında Türkiye’ye gelecek. Çantasında ne olacak? Fransız şirketleri için ihaleler. Türkiye zaten Fransa’nın çok iyi bir müşterisi. Havacılık sektöründe, metro, ulaşım, belediye yatırımları sektöründe ilişkiler hiç kopmadı ki. Benim davetimle Türkiye’ye gelen Carrefour hala Sabancı’yla ortak. Renault Türkiye’nin yüz akı. Hollande’ın çantasında olan yeni projeler için şu anda Fransa’nın kasasında para yok. Hollande’ın büyük patronlarla arasında düşmanca rüzgarlar esiyor. Hollande’ın Türkiye’ye verebileceği şey Türkiye’yi uyutmaktan başka işe yaramayacak olan Avrupa Birliği ile birkaç faslın açılması.

Aynı durum Almanya ile ilişkilerde de geçerli. Merkel bu yıl Alman seçmeninin karşısına çıkıyor. Almanya’daki Türk oylarına şiddetle ihtiyacı var. O da birkaç faslın açılmasına onay verebilir. Sonuçta Türkiye Avrupa yolunda birkaç sene daha kaybeder.

Türkiye için Avrupa çok önemli. Bu bin yıldır böyle. Alparslan 1071’de Malazgirt’te Avrupa’lıları yendi. Fatih Sultan Mehmet 1453’de Avrupa’lıları yendi ve Avrupa’nın en büyük şehri İstanbul’u fethetti. Kanuni Sultan Süleyman bütün bir Avrupa’yı dize getirdi. Durum “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki gibi değildi. Türkler Avrupa’ya hep vizyon penceresinden baktı ve Avrupa’ya hep büyük kapıyı zorlayarak girdi. Başbakan Erdoğan’da aynı büyük vizyona sahip. Ama onun Avrupa takımı ona ayak uyduramıyor. Avrupa savaş alanında savaşmak yerine Türk televizyonlarında kendilerine göre Avrupa’yı yorumluyor.

TÜRK HALKI ERDOĞAN’I ÇOK SEVİYOR

Başbakan Erdoğan Türk halkının gönlünü fethetti. Bunu lafla değil icraatıyla gerçekleştirdi. Önümüzdeki bir yılda Türkiye’nin başkanlık sistemine niye ihtiyacı olduğunu ekibi iyi anlatabilirse bu savaşı kazanır ve tarihe büyük usta olarak geçebilir. Ama başkanlık sistemini anlatan ekibinin ağırlığı medyada başkanlığa karşı olan ekibin ağırlığı kadar değil. Terazinin öbür tarafında manşet senyörleri, merkez medya, bir kısım İstanbul sermayesi, büyük STK’ların yöneticileri var. Bunlar çok güçlü. 2014 yılında seçim öncesinde olmasa bile seçim sonrasında karambol çıkarabilecek güçteler. Hayalleri karambolden gol atıp Erdoğan sonrası sayfayı Türkiye’de açıp eski günlere dönmek.

PROF. DR. BENER KARAKARTAL

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.