2014’te neler olacak? - Haber 1Haber 1

2014’te neler olacak?

31 Ekim 2012 - 6:58

ABONE OL

Türkiye hızla 2014’e yaklaşıyor. 2014’te ne olacak? Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse güçlenecek mi, zayıflayacak mı? Daha önceki örnekler dramatik bir şekilde noktalandı. Özal 1990’da Cumhurbaşkanı seçildi. 1993’de çok mutsuz bir şekilde öldü. Demirel 1993’de seçildi ama o da Çankaya’da çok mutsuz oldu ve çıkış için 28 Şubat’ı hazırladı. Siyasi kariyeri tükendi bitti. Başbakan Erdoğan 2014’de Cumhurbaşkanı seçilirse ne olacak?

ÖNCE BİLANÇO
Başbakan Erdoğan on yıldır iktidarda. Bilanço çok pozitif. Tablo bazı sektörlerde çok başarılı ama her sektörde değil.
Başbakan Erdoğan’la ilk kez TGRT’de karşılaştım. 1993 yılıydı. Belediye Başkanlığına yeni seçilmişti. Batı basını “Türkiye’de bir fondamantalist, bir dinci İstanbul Belediye Başkanı seçildi” diye yayınlar yapıyordu. O tarihte Paris Üniversitesi Rektör yardımcısı sosyalist bir hanım Profesör davetlim olarak Türkiye’ye geldi. TGRT VİP salonunda otururken içeriye Belediye Başkanı Erdoğan girdi. Ayağa kalktık. Hoşgeldiniz dedik. Tayyip beyi hanım Profesöre takdim ettim. Tayyip beyde gayet nazik bir şekilde Rektör yardımcı hanımı selamladı. Hanım Profesör bana dönerek “eğer bu yakışıklı beyefendi fondamantalist ise bende bugünden itibaren fondamantalist oluyorum” dedi. İş adamı eşi konuşmaya katıldı. “Ne kadar dinci olduklarını bilemem ama iyi çalıştıkları kesin. Sokaklara dikkat ettim. İstanbul Paris’ten daha temiz” dedi.

Yıl 1998. Milli gazeteden bir gazeteci benimle röportaja geldi. O sırada Başbakan Profesör Necmettin Erbakan’dı. Bu gazeteci beni çok şaşırtan şu cümleyi söyledi: “hocam partinin tabanı, gençler Erdoğan’ı istiyor” dedi.
Yıl 2003. İstanbul’da Fransız Senatör grubu temaslarda bulunuyor. İçlerinde Fransız Senatosunun Milli Savunma ve Dış Politika Komisyonu üyeleri var. İstanbul’da ki Fransız Saray’ında bana bir soru yönelttiler: “Profesör biz Avrupa olarak Türkiye’deki dincileri fazla mı destekledik? Laik sektörü fazla mı gerilettik? Ne düşünüyorsunuz?”

Avrupa Başbakan Erdoğan’dan korkuyordu. Onun Türkiye’de İran’da olduğu gibi “fondamantalist” katı bir İslam devletine Türkiye’ye getireceğinden endişe ediyorlardı.
Yıl 2012. Türkiye “fondamantalizm” gelmedi. Batının korktuğu olmadı. On yıl sonra bilanço nasıl?

EN BÜYÜK BAŞARI TABULARIN YIKILMASI OLDU
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de “tabuları yıkan” lider olduğu konusunda genel bir fikir birliği var. Ama yıktığı tabuların hangisi en önemlisi?
On yıllar sonra siyaset bilimciler ve tarihçiler Erdoğan dönemini inceleyince herhalde bir konuda birleşecekler: Erdoğan’ın en büyük başarısının Türk demokrasisinin altmış yıllık hikayesinin temel kısır döngüsünü kırması olduğu. Bu neydi? Türkiye’de politikacılar kendi aralarında çok geçimsizlerdi. Onların iktidar hırsları, bitmez tükenmez kavgaları siyasi hayatı bir cehenneme çeviriyordu. Kaosun duvara vurduğu ortamda vatanın bağrından çıkan tertemiz Silahlı Kuvvetler iktidara el koyuyorlar, siyasetçileri hapis ediyorlar, yargılıyorlar, yeni bir anayasa yapıyorlar ve iktidarı dürüst seçimlerle siyasetçilere yeniden bırakıyorlardı. Ordu demokrasiye sadıktı. Diktatörlük hevesi yoktu.

Ama ya Türk demokrasisinin bu temel paradigmasında bir büyük hile varsa? Yangına vatan sevgisiyle gelen itfaiyeciler yangını gizlice kendileri çıkarttılarsa? Erdoğan’ın Türk demokrasisine en büyük hediyesi siyaset bilimine bu temel şüpheyi kazandırmak oldu. Şüphesiz Türkiye’de demokrasiye geçildiğinden beri siyasetçiler arasında bir kavga geleneği var. Ama bu kavga karanlık derin güçler tarafından mayınlarla kuşatılıyorsa, karanlık kaotik operasyonlarla kamuoyu bir darbe ortamının gerekliliğine inandırılıyorsa o zaman durum çok vahimdi. Devam eden yargı eğer bu durumu kanıtlarsa Türk demokrasisinde çok şey değişecek ve bu başarı Erdoğan’ın “cesur lider” sıfatıyla tarihe geçmesini sağlayacak.

MANŞET SENYÖRLERİ İFŞA EDİLDİ
Erdoğan’ın “cesur lider” sıfatı 28 Şubat olaylarının gündeme getirilmesiyle daha da perçinleniyor. Türkiye’de batı demokrasilerinde bulunmayan bir gangsterlik olayı medyada yaşanıyordu. Bu gangsterlik tabancayla değil manşetlerle yapılıyordu. Asılsız iddialar, kampanyalar, iftiralar hayatları yıkıyor, söndürüyor, çoluk çocuk değerli insanları ve ailelerini mahvediyor ve bu korkunç durum cezasız kalıyordu. Tam tersine manşet senyörleri “hazların en yükseğini tadıyor” maddi manevi yer yüzü nimetlerine sahip oluyordu.
Erdoğan bizzat kendisi de bu büyük acıları tatmış ve bir komplo sonucu hapis edilmişti. Şüphesiz 28 Şubat olayları daha çözülmedi. Manşet senyörleri hala ayaktalar. İfşa olmalarına rağmen büyük yüzsüzlük içinde sinsice yollarına devam ediyorlar. Ama gelinen bu aşamada bile Türk demokrasisinde çok önemli bir sayfa açılabildi.

BİLANÇONUN BİR DİĞER YÜZÜ: İNŞA EDİLEN YENİ TÜRKİYE
Siyasi krizler, darbelerin faturası Türkiye’ye çok ağır olmuştu. Türkiye çok fakir kaldı. Kentlerde bir perişanlık manzarası vardı. Erdoğan’ın Belediye Başkanı olduğu günlerde İstanbul perişan durumdaydı. Binalar köhne, sokaklar bakımsız, alt yapı çok zayıftı. Evlerin musluklarından su akıtılamıyor, kışın kentlerde hava kirliliğinden nefes alınamıyordu.
Erdoğan’ın ekibinin en güçlü elemanları belediyeden getirdikleri oldu. Mühendis ekip arkadaşları konularına vakıftı. Çok çalışkanlardı. Erdoğan’ın vizyonunu kavramışlardı. Alt yapı çalışmaları giderek hızlandı. Su, enerji, ulaştırma konularında yüz yıllık rötarlar kapatılmaya başlandı. Tüneller, duble yollar, hava alanları, hızlı trenler, dünyanın en görkemli alış veriş merkezleri, gökdelenler neredeyse Kanuni Sultan Süleyman devrinden beri değişmeyen ve o günden sonra köhneleşmeye terkedilen İstanbul’u ve Türkiye’yi yepyeni ve modern bir imaja kavuşturdu.

EKONOMİDE GELİNEN NOKTA GURUR VERİCİ
Bundan elli yıl önce Türkiye’nin çok gerisinde olan Güney Kore yıllar içinde dünyanın örnek gösterdiği bir ekonomik başarıya kavuşmuştu.
Hayal gibi görünen bir hedefi Erdoğan on yılda yakaladı. Bugün Türkiye dünyanın en güçlü on altıncı ekonomisi. Kore yakalanmış durumda. Şimdi hedef Fransa’yı yakalamak olmalı. Neden olmasın?
Ekonomik başarının sırrı nerede? Ekibin sağlamlığında. Bir yanda zeki, ciddi Ali Babacan var. Özelliği ekip çalışması yapması ve kompetans sahibi teknokratlarını dinlemesi ve onlarla beraber çalışması. Öbür yanda her ne pahasına olursa olsun ihracatı arttırmayı düşünen bakan arkadaşları. Bu çalışan makinaya iki lokomotif sektörü eklememek hata olur. Onlar olmasaydı bugünkü Türkiye gerçekleşmeyecekti. Bu sektörler hangileri? İnşaat ve otomotiv.

Ekonomide daha da hızlı gidilebilirdi ama olmadı. Yavaşlatanlar Sivil Toplum Kuruluşları oldu. Başta TÜSİAD: her konuda fikir yürütüp bir solcu fikir kulübü olarak çalışmak bugünkü TÜSİAD yöneticilerinin hoşuna gidebilir. Ama TÜSİAD kendi geçmişine sadık kalıp büyük ekonomik hedefler peşinde koşamaz mıydı? Nüfusu Türkiye’den daha az olan gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi Türkiye’de de mega şirketler kurulamaz mıydı? Fransa’da tek bir şirketin, Carrefour’un cirosu yüz milyar dolarların çok üstünde. Türkiye’de mega şirketlerin kurulması TÜSİAD’ın yeni ekiplerinin hedefi olmalı.
Erdoğan’ın yüksek hızlı temposuna büyük Odalar, başta TOBB ayak uyduramadı.
Uluslararası faaliyetleri gerisi gelmeyen yüzeysel bildiriler düzeyinde kaldı. Kelebek misali oradan oraya koşuldu. Ama geriye dönüp bakınca özellikle Avrupa Birliğinde elde edilen neticelerin mikroskobik düzeyde kaldığı görüldü. Mega hedefler mikro hedefler ama mega kongre turizmine dönüştü. Burada da Sivil Toplum Kuruluşlarının liderlerinin şahsi şöhret ve ikbal düşüncesinden uzak büyük vizyon ve heyecanla hükümetle kenetlenmeleri beklenirdi. Bu yapılmadı. Vizyonları sınırlı memurlarla çalışıldı. Hayatta bir kere ele geçebilecek mega fırsatlar heba edildi.

TÜSİAD ve TOBB’un son yıllardaki Avrupa’daki faaliyetleri Uluslararası İlişkiler Bilimi ışığında mutlaka incelenmelidir. Özellikle iki kuruluşun beraberce organize ettikleri “Fransa’da Türk Mevsimi” mercek altına alınmalıdır. Ne kadar çok parayla ne kadar az iş yapıldığına bundan daha güzel örnek olamaz. Kaçan fırsatlar örgütlerin başarısızlık hanesine yazılıyor ama kaybeden Türkiye oluyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dev atılımlarla Türk’ün adını yukarlara taşırken sivil toplum kuruluşlarının ona eşlik etmemesi gerçekten çok hazin.

ERDOĞAN EKİBİNİN BAŞARISI HER SEKTÖRDE AYNI DEĞİL
Başbakan Erdoğan Avrupa Birliği ile tarihi bir başarı yakaladı ve doğrudan müzakereleri başlattı. Uluslararası siyaset bakımından da Davos’ta adeta bir ihtilal yaptı. Arap ülkelerindeki ihtilallerde bütün dünya Erdoğan’ın damgasını görüyor. Hem Müslüman, hem modern ve çağdaş, hem demokrat, hem de laik bir devletin hükümet başkanı olarak Erdoğan başta Amerika olmak üzere tüm gelişmiş dünyada ve gelişmekte olan ülkelerde bir lider olarak selamlandı.
Ama gerisi gelmediyse bu sektörlerdeki takım arkadaşlarının sınırları yüzünden oldu. Ekonomi ekibinin tersine Avrupa Birliği ve Dış Politika ekibi aynı başarıyı yakalayamadı. Neden? Şüphesiz bu kişiler çok koştular. Çok gayret gösterdiler. Yabancı dil bilgileri vardı. Ellerinden geleni yaptılar. Ama başarıyı neden yakalayamadılar. Her insanın kapasitesinin farklı bir sınırı vardır. Bu duruma en iyi örnek futbol sektörüdür. Eğer çok koşuluyorsa ama gol atılamıyorsa ama çok gol yeniyorsa teknik direktörün oturup düşünmesi gerekir. Neden diye? Çözüm ne diye?

BAŞKANLIK SİSTEMİNİ SAVUNAN ANAYASA REFORM EKİBİ YETERLİ Mİ?
2014’te Türkiye Başkanlık sistemine geçebilecek mi? Tartışmada gelinen nokta ne? Tablo hiçte parlak değil. Neden? Çünkü iktidar kanadında Başkanlık sistemini tartışanlar ve kamuoyuna sunanlar sistemi iyi tanımıyorlar. Hatta sunumlarında vahim hatalar yapıyorlar. Geçtiğimiz günlerde çok üst düzey bir politikacı açıklamasında 2014’te kurulacak yeni dengede bakanlar kurulunu Başbakanın yönetebileceğini ve bunun Cumhurbaşkanının yetkilerini etkilemeyeceğini söyledi. Bu siyaset bilimi açısından vahim bir durum. Çünkü Başkanlık sisteminin kilidi Başbakanın konumudur. 2014’te yeni seçilecek Cumhurbaşkanının halk oyuyla göreve gelmesi ve partili bir Cumhurbaşkanı olması onun güçlenmesine imkan vermez. Neden?

BAŞKANLIK SİSTEMİ BİR MÜHENDİSLİK OLAYIDIR. KİLİDİ BAŞBAKANIN KONUMUDUR
Başkanlık sisteminin uygulandığı büyük ülkelerde Başbakanlık açısından durum nedir? Amerika Birleşik Devletleri defalarca yazdık bir mühendislik harikasıdır. Atlas ve Pasifik okyanusları arasında bu dev kıta devletinde her renkten, her ırktan, her inançtan, her kökenden üç yüz milyondan fazla insan aynı bayrak altında barış içinde yaşıyorsa bunun temel nedeni Başkanlık sistemidir. Sistemin özelliği: Amerika Birleşik Devletlerinde Başbakan yoktur. Hatta Bakanda yoktur. Başkanın adamları vardı. Bunlar Devlet Sekreteri sıfatıyla doğrudan Başkana bağlıdırlar. Şüphesiz ABD’de kongre çok güçlüdür. Ama iktidar Başkanın elindedir ve Bakan Devlet Sekreterleri aracılığıyla icraat yapar.
Başkanlık sistemiyle yönetilen bir başka büyük devlet Fransa’da da rejim bir mühendislik harikasıdır. Neden? Çünkü Fransızlar iki yüz yıl boyunca siyasi nedenlerle birbirlerini katletmişlerdir. Çözümü Başkanlık sisteminde bulmuşlardır. Fransa’da Başkan Amerikan Başkanından da güçlüdür. Adeta seçilmiş bir kraldır. Fransa’da şüphesiz bir Başbakan vardır. Sisteme Yarı Başkanlık denmesinin sebebi budur. Ama bu Yarı Başkan, Başkan tarafından atanır ve Başkan tarafından görevden alınır. Hatta adı bile değiştirilmiştir. “Birinci Bakan” sıfatını taşır. Başbakan değil. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Saray’ında Cumhurbaşkanı başkanlığında yapılır.

Fransızlar da, Amerikalılar da sistemlerinde Osmanlı İmparatorluğundan esinlenmişlerdir. Ortak bir kitabımızında olduğu (Mort des dictatures. Paris Üniversitesi yayını.1981) Fransa’nın en ünlü anayasa Profesörü Maurice Duverger bana “iktidar olayını İstanbul’da Topkapı Saray’ında çözdüm” demiştir. Osmanlının sırrı neydi? Düşünün ki Osmanlı Hanedanı dünyada tektir. Dünyada altı yüz yıl boyunca iktidarda aralıksız kalan başka bir Hanedan yoktur. Bu Hanedan yalnız iktidarda kalmakla yetinmemiş yönettikleri ülkeyi bir cihan devleti yapmıştır. Osmanlı yüz yıllar boyunca dünyada number one olmuştur. Kilidi: Başbakanlıktır. Yani Sadrazamdır. Sadrazam Padişah tarafından göreve getiriliyor ve Padişah tarafından görevden alınıyordu. Güç Padişahtaydı. ABD’de Başkanda, Fransa’da Cumhurbaşkanında olduğu gibi. Araya güçlü bir Başbakan girdiği anda Cumhurbaşkanı çöker. Türkiye’de buna en iyi örnek Özal ve Demirel’dir.

CUMHURBAŞKANLIĞI NEDEN ÖZAL’IN VE DEMİREL’İN SONU OLDU?
Özal ve Demirel Çankaya’nın “yalnız ve mutsuz” Cumhurbaşkanlarıdır. Cumhurbaşkanlıkları ikisinin de siyasi hayatlarının sonu olmuştur.
2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimi yalnız Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için değil Türkiye için tarihi bir fırsattır. Türkiye’nin tarihle olan bu randevusunu kaçırmaması gerekir. Tekrar lider ülke olmak şansı önümüzde ki on yıllarda ancak böyle mümkün olabilecektir. Tarihle bu randevuyu kaçırmamak için Özal ve Demirel örneklerini analiz etmek gerekir.

ÖZAL ÇANKAYA’DA: SONUN BAŞLANGICI
1990 yılında Özal Cumhurbaşkanı seçiliyor. Kendisi iktidar partisi Anavatan’ın kurucusudur. Hiçbir zaman partisinden kopmayı düşünmemiştir. Cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren bir taktik ve strateji geliştirmiştir. Bu neydi?
Özal’ın stratejisi Cumhurbaşkanı seçilmekti. 1990 yılında bunu başardı. Taktiği ise kurduğu Anavatan Partisinden kopmamak ve partiyi kendisine uyumlu bir arkadaşına emanet etmekti. Bunun için Yıldırım Akbulut’u seçti. Akbulut başbakan oldu.
Ne hazindir ki demokrasi konusunda taviz vermediklerini ifade eden büyük medya bugünkü adıyla merkez medya Özal seçilir seçilmez vahşi bir şekilde saldırmaya başladı. 1990 yılında atılan manşetlerin bir benzerini dünya basın tarihinde göremezsiniz. “Özal’a alışamadık” “Özal’ı kandırdılar”, “Özal kandırılmayı sever” cümleleri medyanın amiral gemisinin manşetleri ve köşe yazılarının başlığını oluşturmaya başladı. Cumhurbaşkanına hakaretlerin Özal’ı ürkütme noktasına geldiğini ben şahsen biliyorum. Bu işi yapan gazeteciler bugün gene yazmaya devam ediyorlar. Gene aynı kişiler. Amaçları Özal’ı esir almak ve kullanmaktı. Bunu kısmen başardılar. Kendi değimleriyle “özköşk” oldular ve maddi manevi gene kendi değimleriyle “en büyük hazları tattılar”, en büyük hazlara ulaştılar.
Benzer saldırı Başbakan Yıldırım Akbulut konusunda başladı. Onun için fıkra yarışmaları başlattılar ve Başbakanı aşalayıcı fıkralarla alay konusu haline getirdiler. Başbakan konusunda hergün fıkralar uyduruluyor ve gazetelerin birinci sayfalarından yayınlanıyordu.
Demokratik tutumlar açısından benzerleri gelişmiş demokrasilerde görülmeyen bu sokak gazeteciliği ve Bizans usulü hilekarlıktan son derece rahatsız olduğumu hatırlıyorum. TGRT’de yayınlanan programıma Başbakan Yıldırım Akbulut’u davet ettim. Bu programda Akbulut’un ciddiyeti ve devlet adamlığı olgunluğu çok etkileyici oldu. Sayısız telefon aldım. Körfez savaşının devam ettiği bu günlerde Akbulut iç ve dış politika, ekonomik politikada nasıl başarılı sonuç aldığını açıkladı. Türk siyasi tarihi bakımından bu belge önemliydi. Devlet ve Rtük arşivlerinde olması gerekir.

Özal ve Akbulut aleyhinde sürdürülen kasırga şiddetindeki fırtına netice verdi. Anavatan kongresinde Mesut Yılmaz genel başkan seçildi. Özal Mesut Yılmaz’ı Başbakan atamak zorunda kaldı.
Özal’ın duruma ne kadar hiddetlendiğinin doğrudan şahidiyim. “Mesut Yılmaz’a seçim kaybettireceğim” dediğini bizzat duydum. Kaybettirdi de. Süleyman Demirel Başbakan oldu.
Artık Özal için sonun başlangıcı idi. Bugünlerde “Özal öldürüldü mü?” tartışmaları var. Ben en azından ona yapılan kötü muamelenin onu üzüntüden öldürecek noktaya geldiğinin şahidiyim. Özal Cumhurbaşkanı idi ama yalnız bırakılmıştı.
Bosna savaşı vahşi bir şekilde sürüyor ve Müslümanlar katlediliyordu. Özal 1991 sonunda Senegal’in Başkenti Dakar’da 49 Devlet ve Hükümet Başkanı ile buluştu. 1992 yılı sonunda ise gene Dakar’da idi ve orada Bosna savaşını bitirebilmek için İslam Teşkilatı Başkanı Abdou Dıouf, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Alia İzzetbegoviç ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ile bir toplantı gerçekleştirdi. 1991 ve 1992 toplantılarında Dakar’da bende bulundum. Merkez medya Özal’ın bu girişimlerini görmezden geliyordu. Ben bu toplantıların tümünü Türkiye gazetesinde sürmanşetten yayınladım.
Ocak 1993’te Dakar’dan Türkiye’ye dönüyoruz. Cumhurbaşkanı uçağında Özal ile başbaşayız. Merkez medyanın saldırılarından bende payımı aldığım için Özal bana “hocam üzülmeyin, yaptığınızın memlekete hizmet olduğunu ben biliyorum” dedi. Bende kendisine “esas size yapılanlar bizi üzüyor” dedim. Özal çok inançlı bir insandı. Hüzünle “Özal dönemi bitti” dedi. Konuşmaya devam etti. Cumhurbaşkanı uçağında 12.000 metre yüksekte Büyük Sahra üzerinde uçuyoruz. “Doğrular yakında anlaşılacak. Türkiye’nin geldiği noktayı anlatmada basının ve televizyonun çok önemli rolü var. Ama anlatmıyorlar. Gerçekleri görenlerin çekinmeden anlatması lazım. Ülkemiz kısa zamanda ileri bir duruma geldi. İçerde siyasi kavgalar devam ettiği için durum bir nevi bulanık gözlük camları arkasından görülüyor. Benim kanaatim şudur ki bu zamanla değişecektir. Belki önümüzdeki iki üç sene içinde daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye’yi kötü gösterme gayretlerini bir geçici buluttan, geçici bir sisten başka bir şey olmadığını ben biliyorum. Bu bir müddet sonra rüzgarla dağılıp bitecek ve hakiki durum ortaya çıkacaktır. Ben şimdi daha çok ümitliyim doğrular yakında anlaşılacak.”

Özal ile cumhurbaşkanı uçağında yapılan bu başbaşa konuşma Türkiye gazetesinde 16 ocak 1993’de sürmanşetten yayınlandı. Özal üç ay sonra öldü. Merkez medyanın onu yüce divana gönderme umudu sona erdi. Mahşeri bir kalabalık Özal’ın cenaze törenine katıldı.
Eğer Anayasa Cumhurbaşkanı Özal’a Başbakanı görevlendirmek ve onu görevden almak yetkisini verseydi durum çok farklı olacaktı. Fransa’da Cumhurbaşkanları bu yetkiyi sürekli kullanıyor. Türkiye’de bu yetki yok. Mesut Yılmaz Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi içinde adeta bir darbe yapıp önce Genel Başkan sonra Başbakan oldu. Özal’ın yapabileceği hiçbirşey yoktu. Anayasa Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki eş güdümü sağlayacak maddelere kapısını kapatmıştı. Partisi ile Cumhurbaşkanı karşı karşıya getirmişti. Bu Özal döneminin sonunu getirdi.

CUMHURBAŞKANI SÜLEYMAN DEMİREL’DE AYNI ANAYASANIN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜNÜ YAŞADI.
1993 yılında Cumhurbaşkanlığı daha yarı yola gelmeden Özal vefat ediyor. Başbakan Süleyman Demirel bir karar vermek zorunda: kurduğu Doğru Yol Partisinin başında kalıp Başbakanlığa devam etmek yahut Cumhurbaşkanı olmak. Bu konuda Demirel hatırlanacak bir cümle telaffuz ediyor: “Cumhurbaşkanlığı bir ikram makamı değildir.” Yani Cumhurbaşkanlığını kimseye bırakmam, ben olurum diyor.
Demirel Cumhurbaşkanı seçilince aynı Özal’ın yaptığı gibi kurduğu Doğru Yol Partisinin başına bir arkadaşını getirip onu Başbakan yapmayı tasarlıyor. Ama başlangıçtan itibaren evdeki hesap tutmuyor. Cindoruk Genel Başkan olamıyor. Profesör Tansu Çiller adeta parti içi bir darbe ile DYP Genel Başkanı ve Başbakan oluyor. Demirel’e hitaben o da tarihi bir cümle sarf ediyor: “bu size ders olsun, ders olsun” diyor. Cumhurbaşkanı Demirel partisine daha dün aldığı Çiller’e hem partisini hem Başbakanlığı kaptırıyor.
Artık Demirel’in Çankaya’daki kaderi neredeyse Özal’ınkinin tıpa tıp aynısı. Her ikisi de Çankaya’da yalnız bırakılmış birer Cumhurbaşkanı. Yetkiler Başbakan’da olduğu için elleri kolları bağlanmış. Anayasa onlara Başbakanı görevden alma yetkisi vermiyor. Başbakanı halka şikayette pratikte bir sonuç sağlamıyor.

Demirel ne yapabilir? Çaresizlik onu neredeyse kendi ideallerine ihanet etmek ve kendi ideallerine sırt dönmek noktasına getiriyor.
Bütün bir hayat boyunca Demirel siyasi bir idealin peşinde koştu. Bu ideal neydi?
Mayıs 1991. Güniz sokakta Demirel’in evindeyim. Yanındakilere “artık telefon bağlamayın” diyor. İki saat süreyle bana siyasi iddiasını anlatıyor. “1961’den beri milli hakimiyet kavgası veriyorum. 1960’da seçilmiş bir meclis, ona dayanan bir hükümet onun emrinde bulunan silahlı kuvvetleri tarafından alaşağı edildi. Bu benim hiç içime sinmedi. Ben o günden beri milli hakimiyet kavgası yaparım. Benim birinci meselem budur. Milli hakimiyet kavgasını hukukun üstünlüğü kavgası ile beraber yaparım.” Demirel ile bu uzun görüşmeyi 19 mayıs 1991’de Türkiye gazetesinde sürmanşetten yayınlıyorum.
2 yıl geçmeden aynı Demirel bu kez milli hakimiyetin başa getirdiği bir hükümetle gayri nizami bir savaşa girişiyor.

Partisini kaptıran Özal Mesut Yılmaz için “onlara seçimi kaybettireceğim” demişti. Çünkü Anayasa Başbakanı görevden almak yetkisini kendisine tanımıyordu. Partisini kaptıran Demirel Çiller’i Anayasal bakımdan görevden alamadığı için gayri nizami usullerle iktidardan düşürüyor. Merkez medya ile işbirliği ve silahlı kuvvetlerle işbirliği. 28 şubat’ın yolu açılıyor. 27 mayıs’da yapılan askeri darbeye içine sindiremiyen milli hakimiyet sevdalısı Demirel 28 şubat’ta milli hakimiyetin iktidara getirdiği bir hükümetin askeri darbe ile devrilmesine Cumhurbaşkanı olarak göz yumuyor ve en azından izin veriyor.
Ama 28 şubat Demirel’inde siyasi hayatının sonu oluyor. Erbakan-Çiller hükümeti yıkılıyor. Anavatan Partisinin lideri Mesut Yılmaz hükümeti kurmak üzere Başbakan olarak Demirel tarafından görevlendiriliyor. Ama seçmenler milli hakimiyete sahip çıkıyor. 2002 seçimlerinde artık Demirel’de yok, Mesut Yılmaz’da. Milli hakimiyet tecelli ediyor. İkisinin de siyasi hayatı son buluyor.

2014’DE TÜRKİYE BİR YOL AYRIMINDA: DÖRT SENARYODAN HANGİSİ GERÇEKLEŞECEK?

Birinci senaryo
Birinci senaryoda Ak Partinin üç dönemdir görevde olan politikacılarının sahneden çekilmesi düşünülebilir. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı süresi bitmektedir. Bu senaryo çerçevesinde Ak Partinin diğer kurucuları aktif siyaseti bırakıp yerlerini 40 yaş grubu gençlere açarlar.
Ama bu durumda kontrol ellerinden kolayca kaçabilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başlı başına bir siyasal güçtür. O Ak Partinin herşeyi, kurucusu, karizması, lokomotifidir. Onun siyaseti bırakmasıyla Ak Parti içinden onun aday göstereceği güçlü bir genç politikacının onun irtifasında yola devam edebileceği zor görülmektedir. En azından şu anda görünürde bu yoktur. Tam tersine büyük sermaye grupları, merkez medyanın silahşörleri, manşet senyörleri eski tatlı günlerine geri dönebilmek için bu karambol ortamını kuvvetle beklemektedirler. Bir aday üzerinde birleşmeleri gizli kulislerde süratle tamamlanabilir. Bu 40 yaş grubundaki alternatif aday merkeze yakın sağdan, veya merkeze yakın soldan gelebilir. Kendileri de babaları gibi akademik unvan taşıyan odalardan ve medyadan gelen, büyük sermaye gruplarına ve eski ünlü siyasetçilere sırtını dayayan birkaç adayın iktidar rüyası gördükleri unutulmamalıdır.
Ak Partiyi sevin veya sevmeyin bu parti son 10 yılda Türkiye’ye bir Türkiye daha katmıştır. Türkiye dünyanın onaltıncı ekonomisi olmuş, şehirleri imaj ve yapı değiştirmiş, Türkiye dış dünyada bir marka olmuş ve Türkiye daha büyük hedeflere kilitlenmiştir. Birikimi olmayan ama hırsı büyük olan kişilere sırf genç diye Türkiye’yi emanet etmek Türkiye’ye geçmişte olduğu gibi birkaç on yıl daha kaybettirir.
Bu senaryonun gerçekleşme olasılığı zayıftır. Çünkü sağlığı yerinde olduğu sürece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaseti bırakacağı gibi bir izlenim Türkiye’de kimsede şu anda yok. Tam tersine Başbakan Erdoğan’ın yoluna Cumhurbaşkanı olarak devam etme arzusunda olduğu kanısı yaygın. Bu durumda ne olacak? Sıra diğer senaryonun incelenmesine geliyor.

İkinci senaryo
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan doğrudan seçimle Cumhurbaşkanı olur. Anayasal çerçeve Cumhurbaşkanının doğrudan seçimi dışında şu anda eskisiyle aynıdır. Erdoğan Cumhurbaşkanının partili cumhurbaşkanı olması gerektiğini söylemektedir. Ama bu fiili durum geçmişte de vardı. Geçmişte de hem Özal hem Demirel partilerinden kopmak istemediler. Tam tersine güvendikleri bir kişiyi Başbakan seçtirerek partiyi, hükümeti, siyaseti kontrol etmeyi arzuladılar. Netice tam tersi oldu. Bunu başaramadıkları gibi kendi siyasal hayatları da son buldu. Partili Cumhurbaşkanı olmak partiyi Cumhurbaşkanı olarak kontrol etmek geçmişte mümkün olmadı.
Özal’ın ve Demirel’in Cumhurbaşkanı olarak başaramadığını Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca başarabilecek midir? Cevap kesin değildir.
Şüphesiz 2014’te Cumhurbaşkanı doğrudan seçmenler tarafından seçilecektir. Ama bu tek başına Cumhurbaşkanını güçlü kılmak için yeterli değildir. Sonunda Anayasa Cumhurbaşkanına Başbakanı belirleme yetkisi vermektedir. Ama bu durum Fransa’da olduğu gibi Başbakanı tayin etme yetkisi değildir. Fransa’da Cumhurbaşkanı Başbakanı tayin edebilmekte, görevden alabilmekte, meclisi fesh edip onu yeniden seçimlere götürebilmektedir. Bu durum bazı maddeleri neredeyse aynen Fransız Anayasasından alınmış Anayasamızı temelde Fransız Anayasasıyla taban tabana zıt bir noktaya getirmektedir.
Bu durumda Türkiye’de Cumhurbaşkanı ile Başbakan zaman içinde anlaşamayabilecekleri bir ortama sürüklenebilirler. Sonunda ikisi de siyasetçidir. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın sırtını yasladığı güçlü gruplar yol boyunca Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa yan yollara sapabilirler.
Başbakan Erdoğan’ın sırtını yasladığı bir iç daire bir dış daire vardır. İç daire eski Milli Görüşçülerdir. Rahmetli Erbakan’ın başlattığı akım Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Ak Partiye dönüşmüş ve Ak Parti 2002 yılından beri sürekli olarak iktidar partisi olmuştur. Ama bu 10 yıl boyunca Ak Partide gerek iç çekirdekten gelen gerek gemiye sonradan binenlerden fire verenler olmuştur. Bu durumun gelecekte de olmaması için mantıklı bir sebep yoktur.
Esas fire dış daireden gelebilecektir. Ak Parti iktidarı kendi etrafında kendisini destekleyen dış dairelerden oluşmaktadır. Ünlü “cemaatin” dışında başka dini inançlı gruplarda Ak Partiyi desteklemektedirler. “Cemaat” dini duygularla Ak Partiyle kader birliği yapmıştır. Bu hep böyle devam edecek midir? Ak Parti için esas tehlike “büyük cemaat” dışındaki diğer cemaatlerden gelmektedir. Bunlardan bazılarında çıkar ilişkileri birinci plandadır. Geçmişte bunlar önce Özal’ı sonra Çiller’i desteklemişlerdir. Yarın Ak Partinin karşısına başka güçlü iktidar alternatifleri çıkınca tutumlarının bir gecede değişebileceğini hatırlamak gerekir.
Bugünkü Anayasa yukardaki Anayasal eksiklikler sonucu Cumhurbaşkanına güçlü olmak yollarını kapatmaktadır. Cumhurbaşkanının gücü azalınca da sistemin çekim gücüde azalmakta merkezin dağılması varsayımları ortaya çıkmaktadır.

Üçüncü senaryo: Amerikan türü Başkanlık
Bu konuda bugüne kadar onlarca yazı yazdık. Bu sistem Türkiye’de uygulanamaz. Amerikan sistemi bir siyasi mühendislik harikasıdır. İki okyanus arasında kurulan bu kıta devlette her renkten her inançtan her ırktan her kökenden insan Amerikan bayrağı altında birlikten ayrılmayı akıllarından bile geçirmeden barış içinde yan yana yaşamaktadırlar.
Bu sistemde Başbakan yoktur. Başkan Devlet Sekreterlerini bizzat seçerek ekibini kurmakta ve dünyanın bu en güçlü devletini yönetmektedir.
Bu sistem Türkiye’de yürümez. Çünkü Amerika geçmişte şiddete baş vurarak sorunlarını çözmüş ve tek tip bir birey yaratmayı başarmıştır. Amerika’da ideolojik partiler, demokrasi dışı hareketler, ayrılıkçı faaliyetler yasaklanmış ve yok edilmiştir. Amerika’da örgütlü ve disiplinli partiler, parti genel başkanları yoktur. Özgür birey esastır. Amerikan rüyasının özelliği bireysel özgürlüktür. Ve bu kavram siyasetçiler için özellikle geçerlidir.
Türkiye tarihi özellikleri nedeniyle örgütlü, disiplinli, liderli, ideolojik ve kavgacı bir yapıya sahiptir. Bu toplumda “partili bir Cumhurbaşkanı” hızla kutuplaşmaya sürüklenir. Geçmişte kutuplaşmaların faturası Türk toplumuna çok pahalıya mal olmuştur.

Dördüncü senaryo: Avrupa tipi yarı-başkanlık sistemi.
Türkiye modelini oluştururken kendisine benzeyen toplumlardan örnek alabilir. Türkiye’ye en benzeyen toplum Avrupa’da Fransa’dır. Fransa’da 200 yıl içerisinde Kral’ın kafası kesilmiş, yüzbinlerce Fransız siyasi nedenlerle öldürülmüş, sayısız askeri darbe yaşanmış, 32 Anayasa yazılmış ve beş Cumhuriyet kurulmuştur.
Fransa selamete 1958’de Başkanlık sistemi ile geçmiştir. Fransa’da Cumhurbaşkanını halk seçer ve hükümeti Cumhurbaşkanı yönetir. Başbakan yoktur. Birinci Bakan vardır. Onu da Cumhurbaşkanı göreve tayin eder ve görevden alır. Dış politika tümüyle cumhurbaşkanına bırakılmıştır. Cumhurbaşkanı meclisi fesh etme ve yeniden seçimlere götürme yetkisine sahiptir. Cumhurbaşkanı meclisi aşarak dilediği zaman halk oyuna başvurabilir. Olağan üstü durumlarda meclisin olurunu almadan Anayasa’nın onaltıncı maddesine göre olağan üstü yetkileri kendisine tanıyabilir.
Fransa bu sistemle 200 yıllık kanlı geçmişine sırtını dönmüş, huzura kavuşmuş, Avrupa Birliği ve Euro’yu kurmuş ve çok başarılı bir şekilde ve çok defa dünyada bir numara olarak uzay, havacılık, ulaşım ve nükleer enerjide mucizeler gerçekleştirmiştir.

Türkiye’nin ihtiyacı olan sistem budur.
Türkiye iyi yönetilmeyi arzulayan bir ülkedir. Türkiye iyi yönetildiği zaman geçmişte harikalar başarmıştır. Osmanlı imparatorluğu tarihin şahit olduğu en büyük mühendislik başarılarının biridir. Bir beylikten bir dünya devletine dönüşmek ve yüzyıllarca dünyada number one olmak bir zeka olayıdır. Osmanlı’nın çöküşü bile 400 yıl sürmüştür.
Osmanlı’yı mahfeden ne oldu? Osmanlı’yı zirveye peş peşe iktidara gelen beş-altı dahi padişah taşıdı. Bunlar dev bir vizyon sahibi dahi siyaset mühendisleriydi. Osmanlı’yı batıran ise bünyesinde ekonomi mühendislerinin olmamasıydı. Sadrazamlar genellikle ekonomi dünyasından habersizdi. Kısmen savaşlar kısmen kendi aralarındaki entrikalarla uğraşıyorlardı. Temel felsefeleri “istemezük” idi. Yeniliğe açık olanlara sarayın kapısını kapatıyorlardı. Dar dünya görüşleri ile padişahların vizyonlarını frenliyorlardı. Dünyayı, serbest piyasa ekonomisini, kapitalizmi, sanayileşmeyi anlamamışlardı. Ekonomisi zayıf ülkenin ordusu da zaman içinde zayıflar. Savaşlar bu yüzden kaybedilmeye başlandı. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde ekonomi mühendisliği oluşturamadığı için yıkıldı.

2014 Türkiye’nin kaçırmaması gereken tarihle randevusudur.
Özal ve Demirel’in başaramadığı tarihle randevuyu Erdoğan başarabilecek mi? Bu mümkündür. Ama bunun için mücadele 2014’ten sonra değil şimdi başlamalıdır. Önümüzdeki 6 ay içinde ne yapıp yapıp Erdoğan Türk halkını başkanlık projesi konusunda ikna etmelidir. Türk halkı bu konuda ikna olmuş gözükmüyor. Erdoğan’ın Anayasa projesi ekibi yetersizdir. Televizyondaki programlar bu konuda hüzün veriyor. Başkanlık sistemine karşı olanlar ise ibretlik. Düne kadar komünist sonra Atatürkçü sonra Ak Partili sonra liberal ve cemaatçi ama esasında kişisel ikbal ve çıkar peşinde koşan yanar döner akademik ünvanlı kişiler ekranlarda Türkiye’nin tarihle bu randevusunu sabote ediyorlar. Erdoğan ekibinin önümüzdeki altı ay içinde ne yapıp ne yapıp rüzgarı kendi lehine çevirmesi lazım. Ama ben bu konuda ümitsizim.

Prof. Dr. Bener Karakartal

karakartal@turcomoney.com

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.