Ana entrika ; "Cumhurbaşkanı Erdoğan'a tuzak." - Haber 1Haber 1

Ana entrika ; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tuzak.”

19 Ağustos 2015 - 13:42

ABONE OL

Türkiye’de siyasette bir süredir büyük bir tiyatro oynanıyor. Shakespeare’e layık bir türden. Ana entrika : Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tuzak.

Oysa 2014 Ağustosunda Türk siyaseti büyük bir berraklık kazanmıştı. Erdoğan yüzde elli iki oyla Cumhurbaşkanı seçilmişti. Türk siyaseti artık istikrar içinde önümüzdeki on yılları hayal edebilirdi.

Sonra bunun tam tersi oldu. Shakespeare türü tiyatro hemen başladı. “Yüzde elli iki oyla seçilen Cumhurbaşkanı artık terliklerini giyip evine çekilmeliydi.””Resmi törenlere katılabilmeli ve siyasetten elini eteğini çekmeliydi.”

Sanki Türkiye’de İngiltere türü bir parlamenter sistem varmış gibi. Seçimlere kurallar gereği tarafsız bir şekilde bakan bir Kraliçe varmış gibi. Sanki Kraliçe saraydan çıkıp politika konuşmaya başlamış gibi. Anti-Erdoğan cephesi bu konuda yaygarayı koparttı.

ANTİ-ERDOĞAN CEPHESİNİN TUZAĞINA AK PARTİ Mİ DÜŞTÜ?

2015 seçimlerine giden süreçte AK Parti muhalefetin senaryosuna kanmış bir görünüm verdi. Sanki Türkiye’de bir lider değişikliği olmuştu. Ahmet Davutoğlu şarkılarıyla, türküleriyle, sloganlarıyla, portreleriyle sahneyi doldurdu.

Siyaset Bilimi açısından bu bir intihar eylemiydi. Çünkü AK Parti kuruluşundan beri tek bir liderin damgasını taşıyordu. Hatta bu damga AK Partinin kuruluşundan çok önce başlamıştı.

Hatırlıyorum : Milli Gazete’nin genç bir muhabiri benimle Başbakan Necmettin Erbakan konusunda bir röportaj yapmaya gelmişti. Erdoğan parti dışında tanınmıyordu. Daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmemişti. Ben bu tarihte İhlas grubu içinde rahmetli Enver Ören Beyin davetiyle Türkiye gazetesi ve TGRT için programlar yapıyordum. Milli Gazete’nin genç muhabirinin söylediği bir söze şaşırdığımı itiraf edeyim. “Hocam partinin tabanı tamamen Recep Tayyip Erdoğan’ı tutuyor” dedi. O zamanlar Erdoğan’ı parti dışında kimse tanımıyordu. Ama anlaşılan parti içinde maya tutmuştu. Erdoğan daha sonra kurulacak AK Partinin her şeyiydi. Karizmasıydı, omurgasıydı, hayali ve rüyasıydı.

Yıllar içinde bu kaynaşma zirvelere çıktı. Erdoğan’ı Başbakan ve sonra Cumhurbaşkanı yaptı. Yüzde elli iki oyla. Girdiği her seçimi kazandı. Herkesin gözü önünde.

Ama 2015 seçimlerine giderken bunlar nasıl oldu da unutuldu? Partide yeni bir lider, türküler, şarkılar, sloganlarıyla, ayrı bir üslup, daha entelektüel, daha soyut ifadelerle sahneye yerleşti.

Unutulan gerçek : AK Parti sıradan bir parti değildi. Tarihi bir hareketti. Bir liderin sürüklediği bir hareketti. Bir Recep Tayyip Erdoğan olayıydı. Şimdi artık o Cumhurbaşkanı, siyasetin dışında, evinde oturacak denemezdi.

7 Haziran 2015’e giden süreçte AK Parti örgütü müthiş disiplini içinde fevkalade bir sınavdan geçti. Verilen görevleri harfiyen yerine getirdi. Ama seçmen şaşkınlığını üzerinden atamadı. Bu lider değişikliği havasına adapte olamadı. Seçim mitinglerine olan ilgisi gözle görülür oranda azaldı. Erdoğan’ın sürecin sonunda devreye girmesi de durumu değiştirmedi. Artık çok geçti.

AK Parti kurulduğundan beri elinde tuttuğu muhteşem avantajı, tek başına iktidar olma avantajını bir gecede kaybetti.

Her ne kadar bir şey olmamış gibi davranılsa da bina yıkılmıştı. Yola devam edilecekti. Ama nasıl?

MUHALEFETİN TUZAĞI TUTMUŞTU

AK Partiyi Erdoğan’dan kopartmak, yeni liderin Davutoğlu olduğunu ifade etmek ve sadece onu muhatap almak, Erdoğan’ı evine kapatmak, Cumhurbaşkanından rahatsız olmak… Bu plan yürürlüğe konmuştu. Sanki Türkiye İngiliz usulü bir parlamenter sistem içindeydi. Sanki İngiliz Kraliçesi siyasete müdahale ediyordu. Muhalefet koro halinde 7 Haziran’dan itibaren bu çizgide hareket etmeye başladı. Muhatap Başbakan Davutoğlu’ydu. Cumhurbaşkanı artık siyaset dışı kalmalıydı.

BU ANALİZ YALNIZ LİDER ERDOĞAN KARİZMASIYLA DEĞİL ANAYASAYLA DA TERS DÜŞÜYOR

İtiraf etmek gerekir ki muhalefetin kurduğu tuzak tam bir Shakespeare türüentrika şaheseri. Anayasayı herkesten iyi bildiğini iddia eden kibir dolu yarı cahil sözde Bilim Adamlarının uydurdukları bir senaryo.

Açıklayalım: gelişmiş demokrasilerde üç tür rejim var. En yaşlısı İngiliz demokrasisi. Hanedan hala sürüyor ama yetkileri artık yok. Rejim bir parlamenter demokrasi. Seçimi kazanan partinin lideri Başbakan oluyor. Parlamentoda oyu yeterli ise tek başına, yeterli değilse koalisyon halinde. İngiltere’de patron Başbakandır.

İkinci tür rejim: ABD. Burada Başkanlık sistemi var. Başkan doğrudan halk tarafından seçiliyor. Başbakanlık kurumu yok. Başkan Kongrenin denetimi altında. ABD’de patron Başkan ve Kongredir.

Üçüncü tür rejim: Fransa’da. Burada 1958’e kadar yozlaşmış kaotik bir parlamenter sistem vardı. Fransa 1789’dan beri bu rejim yüzünden sayısız ihtilal, askeri darbe, iç savaş yaşadı. Yüz binler öldü. Kafaları ihtilalin icat ettiği bir alet olan “giyotinde” Paris’in en büyük meydanında kesildi. 1958’de Fransa De Gaulle önderliğinde bu kaos rejimine tekme attı. Bugünkü sistemini kurdu. Bu sistem nedir? Süper güçlü Başkanlık sistemidir. Cumhurbaşkanını halk seçmektedir. Cumhurbaşkanı çok geniş yetkilere sahiptir. Başbakanı atamakta, görevden almakta, Meclisi feshedebilmekte, olağan üstü yetkileri kullanabilmekte, gerekli gördüğü zaman gerekli konuları kanunlaşması için Meclisi atlayarak doğrudan referandumla halka sunabilmektedir. Tüm Bakanlar Kurulu toplantıları her hafta Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Cumhurbaşkanlığı Sarayında yapılmaktadır. Başbakan adeta bir yüksek memurdur. Adı bile değiştirilmiş “Birinci Bakan” olmuştur. Kesinlikle ikinci bir lider değildir. Cumhurbaşkanlığı karşısında ikinci bir merkez değildir. Fiili olarak hiçbir gücü yoktur. Görevini Cumhurbaşkanı talep ettiği anda bırakmaktadır. Fransa’da patron neredeyse tek başına Cumhurbaşkanıdır.

TÜRKİYE’DE DURUM

Cumhuriyete geçtikten sonra Atatürk rejimi bir tek adam rejimiydi. Atatürk dilediği kişiyi Başbakan yapmakta ve dilediği zaman görevden almaktaydı. Meclis fiili olarak onun tam denetimindeydi. Bütün oylamalar onun direktifleri çerçevesinde oy birliğiyle yapılmaktaydı.

1950’de Türkiye’de parlamenter sistem çalışmaya başladı. Ama sistem tam bir kaos ve cehennem oldu. Başbakan ve Bakanlar sözde Yargıçlar tarafından yargılanıp asıldı. Sözde Yargıçlar tüm siyasileri hapse attılar. Hapse girmeyen Cumhurbaşkanı, Başbakan adeta kalmadı. Muhalefetin yere göğe sığdıramadığı Türk tipi parlamenter rejim budur: binlerce genç birbirini öldürdü. Bizim çok gerilerimizden gelen Kore ekonomisi bizi solladı geçti. Türkiye fakir kaldı.

1982 Anayasası Fransız 1958 Anayasasının tam bir kopyasıdır. Ama temelde bir yanlışlık bu Anayasayı mahvetmiştir. Anayasanın omurgası olan Cumhurbaşkanının seçimi Başbakana bırakılmıştır. Yani çoğunluk partisinin lideri Cumhurbaşkanının kim olacağına karar verme yetkisine sahip olmuştur. Davulla tokmak iç içe geçmiştir. Bu nedenle 1982’den 2014’e kadar görevdeki Cumhurbaşkanları merkeze yerleştirilen Başbakanla neredeyse boğaz boğaza kavga etmişlerdir.

Ama bu sakatlık 2014’te geçerli değildi.Anayasanın yanlışı düzeltilmişti. Cumhurbaşkanını artık Mecliste Başbakan belirlemiyordu. Cumhurbaşkanını halk kendisi seçiyordu. Cumhurbaşkanı ile milli irade arasında doğrudan bağlantı kurulmuştu. Fransa’dan tercüme Anayasa mantığına kavuşmuştu. Merkez artık halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanıydı.

2014 Ağustosundan itibaren Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. Muhalefet bir siyasi üçkağıt şaheseri açıklamalarında “teamüllere göre Cumhurbaşkanı siyasete müdahale etmemelidir” demektedir. Bu siyaset bilimi açısından tarihe geçecek bir sahtekarlıktır. Hangi teamüller? 2014 Ağustosunda başlayan dönem tamamen yeni bir dönemdir. Türk tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı doğrudan halkoyuyla seçilmiştir. Eski teamüller çoktan çöp kutusuna gitmiştir. Erdoğan yüzde elli iki oyla Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu yeni durumda Anayasa onu rejimin temel direği yapmıştır. Başkomutandır. Başbakanı göreve getirip görevden almak yetkisi ondadır. Başbakanın en büyük partinin lideri olması da gerekmemektedir. Meclis dışından da olabilir. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Başkanlık sarayında yapılmaktadır. Birde bütün bunlara Erdoğan’ın kuruluşundan itibaren AK Parti içindeki mutlak liderliğini ekleyin. Birde buna Erdoğan’ın karizmasını ekleyin. Gerçek durum budur. Erdoğan kendisi de seçildikten sonra “farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım” demiştir.

Erdoğan karşıtları tam bir üçkağıt içindedirler. Bütün yukarıdaki durumları bilmemezlikten gelmektedirler. Cumhurbaşkanının tarihi ve Anayasal yetkilerine dürbünün ters tarafından bakmaktadırlar. Cumhurbaşkanına “git evinde otur” demektedirler. Başbakana “gerçek lider sensin” deyip Cumhurbaşkanıyla arasını açmaya çalışmaktadırlar.

İtiraf etmek gerekir ki anti-Erdoğan cephesinin “bilim adamları” Erdoğan cephesindekilere iyice fark atıyorlar.Saçma sapan iddialarını bir gerçekmiş gibi yutturmayı başarıyorlar. AK Partiyi kandırıyorlar. 7 Haziran seçimleri sürecinde birinci tuzak kurulmuştu. AK Parti, Erdoğan döneminin adeta bittiği ve iktidara yeni bir liderin geldiğine inandırılmıştır. Bu durumun neticesi AK Parti için facia olmuştur. AK Parti kurulduğundan bu yana ilk defa iktidarı kaybetmiştir. Türkiye partiler rejimi kaosuna geri dönmüştür. Hiçbir şey olmamış gibi hareket etmek doğru olmaz. AK Parti iktidardan düşmüştür. Muhalefet partileri bu durumun suiistimaline derhal geçmişlerdir.

7 Haziran seçimlerini Cumhurbaşkanı Erdoğan kaybetmemişti. Anayasal ve siyasal açıdan yanlış bir taktik uygulayan Başbakan kaybetmiştir. Ama muhalefet Başbakana övgüler düzerek tuzağını kamufle edip genişletmeye girişmiştir. Muhatap olarak Başbakanı almış ve faturayı Cumhurbaşkanına kesmiştir. Cumhurbaşkanına karşı “Siyasete karışma” , “git evine otur”, “sarayı terk et” kampanyasını başlatmışlardır. Başbakanlık bu duruma sessiz kalmıştır.

İtiraf etmek gerekir ki sahanın boş bırakılmasında biraz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorumluluğu vardır. Erdoğan seçildiği zaman “farklı bir Cumhurbaşkanı olacağım” demişti. Ama bunun gereğini yapmamıştır. Anayasa ona tüm Bakanlar kuruluna Başkanlık etme yetkisini vermektedir. Anayasanın omurgası budur. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda çekingen davranmıştır. Bakanlar Kuruluna çok gecikmeli olarak ve nadir olarak Başkanlık etmiştir. Oysa Anayasanın model aldığı Fransa’da tüm Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında her hafta Başkanlık sarayında yapılmaktadır. Erdoğan’ın sahayı boş bırakması muhalefetin azgınlaşmasına yol açmıştır. Sanki Türkiye’de İngiliz usulü bir parlamenter sistem varmış gibi Erdoğan’a hiçbir yetkisi olmayan bir İngiliz Kraliçesi haline düşürme gayretine girişmişlerdir. Erdoğan cephesinin bilim adamları ise bu ince tuzakları maalesef fark etmemişler ve sistem adım adım bir bunalıma yaklaşmıştır.

CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN TÜRKİYE’NİN ROOSVELT’İ VE DE GAULLE’ÜDÜR.

Cumhurbaşkanı Erdoğan sıradan bir devlet adamı değildir. Türk tarihinin en önde gelen çok az sayıdaki Devlet Adamından biridir. O Türkiye’nin Roosvelt’i ve De Gaulle’üdür. Bunu onun icraatında görüyoruz.

ROOSVELT VE DE GAULLE FEVKALADE İSTİSNAİ TARİHİ DEVLET ADAMLARIYDI. NEDEN?

Bu matematik bir gerçek. Açıklayalım:

Dünya ekonomi tarihini belirleyen büyük dönemleri bazen tek bir kişinin gerçekleştirdiğini öğrenmek akıl dışı gözüküyor. Ama böyle.

Dünyanın en güçlü iki parası Dolar ve Euro iki kişinin eseri. Bu kişilerde bu sıfatlarıyla tarih yazmışlar ve tarihe istisnai büyük devlet adamları olarak damgalarını vurmuşlar.

Dolarla başlayalım. Bugünün dünya parası Dolar eğer çok güçlü bir Amerikan Başkanı var olmasaydı acaba ne durumda olurdu?

Franklin D. Roosvelt Başkan olduğu zaman Amerika yerlerde sürünüyordu. Borsa diye bir şey kalmamış, iş adamları intihar etmiş, etmeyenlerde sokaklarda çorba kuyruğunda sıraya giriyorlardı. Yüksek yargı Başkan’a karşıydı. Roosveltayrıca felçliydi ve bir sandalyeye mahkumdu.

Bu Başkan Amerika’yı ayağa kaldırdı ve dünya lideri yaptı. Önce mega projelerle. ABD mega projelerle Roosveltsayesinde tanıştı. Amerika’nın imajı değişti. Roosvelt ikinci dünya savaşını fiili olarak kazanan kişidir. Savaş bittiğinde Dolar dünya parası olmuştu.

Euro’nun hikayesi de gerisinde tek bir devlet adamının damgasını taşıyor. De Gaulle iktidara geldiğinde yaşlıydı. “O bir diktatör olacak” diyenlere “insan 70 yaşında diktatör mü olur” cevabını verdi. Fransa sürünüyordu. İç savaş kapıdaydı. Avrupa’nın yarısı doğrudan Sovyet işgali altındaydı. Öbür yarısı da fiili Amerikan işgalinde.

De Gaulle “Atlantik’ten Urallara” “Avrupalılara ait bir Avrupa” sloganıyla iktidara geldi. Tercümesi Avrupa’dan Amerikalılar ve Sovyetler elini çekmeliydi. Avrupa bütünleşmeli, yüksek teknolojisiyle, güçlü ekonomisiyle, parasıyla dünyada lider olmalıydı. Bu bugün gerçekleşti. Bugün Avrupa 17 trilyonluk GSMH ile dünya lideri. Euro Dolarla birlikte dünyanın en güçlü parası.

ERDOĞAN BUGÜN TÜRKİYE’NİN ROOSVELT’İ VE DE GAULLE’ÜDÜR.NEDEN?

Erdoğan iktidara geldiği zaman Türk siyaseti yerlerde sürünüyordu. O kadar ki Türk seçmeni iktidarda olan tüm partileri seçimlerde tasfiye etmiş ve Meclise sokmamıştı. Türk parası yerlerde sürünüyordu. Bankaların bir kısmı iflas etmişti. Diğerlerinin hesap makinaları paradaki sıfırlar nedeniyle çalışamaz hale gelmişti. Tuvalete gitmek 1 milyon lira olmuştu.

“Erdoğan” inanılmaz denileni başardı. Paradan altı sıfır attı. İstanbul’un bir mahallesinden küçük olan Lüksemburg devletinin kapısını bir milyon dolar borç almak için çalan Türkiye’nin yerine İMF’ye borçlarını ödemiş ve dünyaya borç veren bir Türkiye getirdi.

Dünyanın en büyük mega projeleri artık Türkiye’de. Çanakkale köprüsü dünyanın en büyüğü olacak. İzmit geçişi ve İstanbul üçüncü köprüsü birçok açıdan rekorlar kitabında. İstanbul havaalanı dünyanın en büyüğü olma yolunda. Marmaray’a boğaz altından iki yeni kardeş geliyor. Türkiye nükleer enerji ve uzay sayfasını açtı. Türk Hava Yolları rekorlara doymuyor. Anadolu’nun köhne demiryolları yerini Türk yapımı hızlı trenlere bırakıyor. Savunma Sanayii artık bir ihracat kapısı. Avrupa ve dünya marketleri Türk kahverengi, beyaz eşyalarıyla ve otomobilleriyle dolu. Dünyanın en güzel otel ve AVM’leri artık Türkiye’de. İstanbul artık bir dünya başkenti. Liste uzayıp gidiyor. Türk ekonomisi tarihinin en parlak dönemini yaşıyor. Bu durumda bu icraatın liderini zirveye yerleştiriyor.

ERDOĞAN’IN BAŞARAMADIKLARI DA VAR.

Erdoğan ekonomide çok hızlı koştu. Çok hızlı koşuyor. Ama Türkiye’de siyaseti değiştiremedi. Muhalefet eski muhalefet. Takdir yok, kıskançlık çok. Medya bölünmüş. Çoğunluğu Erdoğan’a karşı. En önemlisi halkın güvenlik oranında listenin en altına koyduğu yargı. Yargıya Türk halkının sadece yüzde yirmisi güveniyor. Bu yargı Türk liderlerinin neredeyse tümünü hapse atmakla ünlü. Erdoğan’da cezaevlerini tanıdı. İktidara geldikten sonra bir çok projesini bu yargı ya engelledi yada çok geciktirdi. “Paralel yargı” hala dimdik ayakta. Pusuda saatinin gelmesini bekliyor.

Erdoğan’ın başardıkları ekonomide onu muhteşem realizasyonlar sayfasına taşıyor. Siyasette, medyada ve yargıda ise sorunlar artarak devam ediyor.

ÖZAL’IN KEHANETİ

ÖZAL 1990’DA CUMHURBAŞKANI OLDU. ÜÇ YIL BİLE BİTMEDEN 1993’TE ÖLDÜ. ONUN YOLUNU KİMLER, NEDEN, NASIL KESTİLER?

Özal 1990’da Cumhurbaşkanı olunca partili bir Cumhurbaşkanı olma niyetindeydi. Türkiye’ye çağ atlatan eserini tamamlamak istiyordu. Partisinin başına ve Başbakanlığa güvendiği bir arkadaşını getirdi. Yıldırım Akbulut gerçek bir Anadolu adamıydı. Tevazu, çalışkanlık, vatan sevgisi ve vefa duygularıyla hareket eden ağır başlı, efendi, kibar bir kişiydi. Şahsen tanıyorum: TGRT’de çok bakılan “Geniş Açı” programıma konuk oldu.

Özal 1990 yılında Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez merkez medyanın amiral gemisinin çiçeği burnunda genel yayın yönetmeninin saldırısıyla karşılaştı. Manşetler ve köşe yazıları ok gibi yağmaya ve onu yaralamaya başladı: “Özal’a alışamadık” “Özal’ı kandırdılar” “Özal kandırılmaya bayılır” başlıklarını lütfen arşivlerden çıkartınız. “Manşet senyörü” amacına ulaştı ve “özköşk” olmayı başardı. Ama Özal’ın üzüntüden ölme süreci de başladı.

Manşetler ok gibi yağmaya devam ediyor ve Özal hareket edemez hale getiriliyordu. Çankaya’da Cumhurbaşkanıydı ama yapayalnızdı. Önce korkunç bir medya kampanyasıyla alay konusu haline getirilen Başbakan Yıldırım Akbulut parti içi bir darbeyle devrildi. Merkez medyanın adayı Mesut Yılmaz Anavatan Partisi Genel Başkanı ve Başbakan oldu.

Bir süre sonra da Anavatan Partisinin zaaflarını iyi kullanan kurt politikacı Demirel Başbakanlığı altıncı kez ele geçirdi. Özal için sonun başlangıcı başlamıştı.

Merkez medya Özal’a yüklendikçe yükleniyor ve onu Yüce Divana sürüklemeye çalışıyordu. Cumhurbaşkanı olduğu günden beri adeta ona kilitlenen manşet senyörü ona “havuç ve sopa” politikası uyguluyordu. Son zamanlarda geriye sadece sopa kalmıştı.

Ocak 1993. Özal’ın uçağındayım. Afrika’dan Senegal’den Ankara’ya dönüyoruz. Cumhurbaşkanına tahsis edilen Airbus uçağının özel ön kısmında Cumhurbaşkanı ile başbaşayım. Ondan durumu yorumlamasını istiyorum. Büyük Sahra çölü üzerinde on iki bin metre yükseklikte Özal’ın bana söylediği sözler tarihe geçecek nitelikte. Belki de Özal’ı anlamak ve ölümünü çözmek için bir belge niteliğinde. Bu konuşmayı Türkiye gazetesinde 16 Ocak 1993’de fotoğrafları ile yayınlıyorum. Mutlaka bu belgenin okunması gerek.

Bu geniş konuşmada Özal özetle dört şey söylüyor:

1-Ülkemiz çok kısa zamanda çok ileri bir duruma geldi. Türkiye komşularına fark attı.

2-Bu gelişmeler çok kısa zamanda meydana geldiği için insanlarımızın kafasında hala eski yıllar var.

3-İçeride siyasi kavgalar devam ettiği için durum bir nevi bulanık gözlük camları arkasından görülüyor.

4-Durum yakında daha iyi anlaşılacak, Türkiye’yi kötü gösterme gayretlerinin bir geçici buluttan, geçici bir sisten başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Gerçekleri görenlerin çekinmeden yağcılıktır falan gibi lafları bir yana bırakıp anlatması lazım. Türkiye’nin geldiği noktayı anlatmada basının ve televizyonun çok önemli rolü var. Doğrular yakında anlaşılacak. Ben şimdi çok daha ümitliyim.” (Türkiye gazetesi 16 Ocak 1993 “Doğrular yakında anlaşılacak.”) Özal bu konuşmadan 3 ay sonra ölüyor.

Özal öldükten sonra bu kehaneti anında gerçekleşiyor. Onu üzüntüden öldüren kampanya anında bitiyor. Cenazesi bir olaya dönüşüyor. Manşet senyörü “büyük adammış, zamanında anlayamamışız” diyor.

BUGÜN DEĞİŞEN NE?

Özal’ın yaptığı analiz tıpatıp çok daha büyük ölçekte Erdoğan içinde geçerli. Özal’ın uçakta bana Büyük Sahra üzerinde on iki bin metrede söylediği ve Türkiye gazetesinde sürmanşetten yayınladığım analizini bir kehanet gibi tekrarlayalım ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın icraatı ile karşılaştıralım. Bu dört nokta neydi?

1-Ülkemiz çok kısa zamanda çok ileri bir duruma geldi. Türkiye komşularına fark attı.

2-Bu gelişmeler çok kısa zamanda meydana geldiği için insanlarımızın kafasında hala eski yıllar var.

3-İçeride siyasi kavgalar devam ettiği için durum bir nevi bulanık gözlük camları arkasından görülüyor.

4-Durum yakında daha iyi anlaşılacak, Türkiye’yi kötü gösterme gayretlerinin bir geçici buluttan, geçici bir sisten başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır.

Gerçekleri görenlerin çekinmeden yağcılıktır falan gibi lafları bir yana bırakıp anlatması lazım. Türkiye’nin geldiği noktayı anlatmada basının ve televizyonun çok önemli rolü var. Doğrular yakında anlaşılacak.

ŞİMDİ ANA SORUN “ÇÖZÜM”

2002 yılından itibaren Erdoğan’a Kürt meselesinde danışmanlık yapanların bu önemli soruna dar açıdan baktıkları görülüyordu. Alınan model yanlış bir modeldi. “Cezayir” modeliydi. Sonu “ver kurtula” çıkabilecek kürtlerin radikal kanatlarını cesaretlendiren bir çıkmaz sokak modeliydi. Üniter devletle ters düşen bir modeldi. Yanlış olduğu için duvara tosladı.

Çözüm sorunu aynen devam ediyor ama sorun “çözümsüz” değil. Modele “geniş açıdan” bakmayı bilmek gerek. Radikal kürtlerin değil tüm Türkiye’nin çıkarına uygun bir “geniş açı” modeli var.

PROF. DR. BENER KARAKARTAL

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.