Türkiye yeni anayasasını tartışıyor. İktidar güçlü mü olacak? Güçsüz mü? Bilerek veya bilmeyerek Türkiye yanlış bir istikamete mi sürükleniyor?
2012’de Türkiye yeni anayasasını tartışmaya açıyor. Niyet iyi. Herkes konuşsun. Herkes görüşünü belirtsin. Yeni anayasa herkesin anayasası olsun isteniyor.
Ama gidişat endişe veriyor. Koro tek bir amaca kilitlenmiş gibi güçsüz icraat ve adem-i merkeziyet istiyor. Bu yol Türkiye’yi kaosa götürme potansiyelini taşıyor.
Hedef sanki tek: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın güçlenmesini engellemek. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde korodan yükselen sesten çıkan anlam bu. Ama mesele bir kişi meselesi olmamalı. Önemli olan Türkiye’nin geleceği.
ANAYASA HAZIRLIK ÇALIŞMALARI NASIL YAPILIYOR?
Geniş katılımlı toplantılarda farklı uzmanlık sahasından gelen kişiler uluslararası anayasalardan işlerine gelen noktaları cımbızlayarak görüşlerine destek arıyorlar.
Anayasaları ulusal çerçevelerinde değerlendirmek gerekir. Hiçbir ülke ötekisine benzemiyor. Ülkeleri anlamak için anayasa hukukçusu olmak yeterli olmuyor. Siyaset bilimi bakışını bir an bile terk etmemek gerekiyor.
Ancak bu çerçeve içinde Amerikan, Fransız ve Alman modelleri incelenip özellikleri anlaşılabilir. Türkiye’nin de neden kendi özellikleri çerçevesinde yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu ortaya çıkabilir.
AMERİKAN SİSTEMİ
Her sistem gibi Amerikan sisteminin geçmişinde de çok kan ve gözyaşı var.
Amerika bugün tek başına bir devlet olarak dünyada bir numara. Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna uzanan bu dev ülkede 300 milyondan fazla insan bir arada yaşıyor.
Amerika nasıl “number one” olabildi? İzahat kuruluşunun aşamalarında.
Birinci aşamada toprakların fethi var. Atlantik’te başlayan süreç bir Kızılderili katliamı eşliğinde Pasifik’e kadar uzandı.
Toprakların bütünleşmesi Fransız ve Meksikalılardan kopartılan Florida, Teksas ve Kaliforniya ile tamamlandı.
İkinci aşamada “bütünleşme” süreci var. Amerika Birleşik Devletlerinin Güney eyaletleri birlikten çıkma kararı aldılar ve savaş başlattılar.
Amerikan Devletinin tepkisi korkunç oldu. Modern zamanların en kanlı iç savaşı Amerika’da yaşandı. Güney kentleri ordu tarafından kuşatılarak top ateşi altında yakılıp yıkıldı. Hollywood bu acımasız dönemi eşsiz bir film olan “Rüzgar gibi geçti” ile ölümsüzleştirdi.
Üçüncü aşama sistemin ideolojik yapısının oluşturulması oldu. 1920’lerden itibaren FBI sistem karşıtı Bolşevik ve Komünist hareketleri acımasız bir şekilde tasfiye etti. 1920’lerden başlayan FBI hareketi neredeyse elli yıl sürerek 1970’lere kadar geldi.
Bu tarihte Amerikan sistemi artık yerine oturdu. Sistem iki büyük partinin, Cumhuriyetçi ve Demokrat partinin egemenliği üzerine yerleşti. İki partide Amerikan rüyası ve Amerikan sistemi üzerinde bir konsensüsle birleşti. Amerikan ideolojisi tek ideoloji haline dönüştü.
Netice: Amerikan Başkanı, Beyaz Saray, Amerikan bayrağı üç yüz milyon insanı birleştiren ana değişken oldu. Her renkten, her ırktan, her dinden, her kökenden üç yüz milyon insan Amerikan rüyasının içinde dünyanın bir numarası olmanın gururunu paylaşmaya başladı. Kongrede iki büyük partinin ikisi de Amerikan sisteminin en iyi sistem olduğu ve sistem olarak sürmesi gerektiği konusunda mutabakat içindeydi. Amerika’nın anayasal çerçevesinde var olan elli devletin hiç biri birlikten ayrılmak fikrini aklının köşesinden bile geçirmiyordu.
Bu siyaset bilimi analizini göz ardı eden hiçbir kimse Amerikan anayasal sistemini ve Amerikan demokrasisini anlayamaz. Netice kendiliğinden oluşmadı. Anayasa maddeleri kağıt üzerinde karalanmadı. Amerikan siyasal sisteminin her noktası uzun acılar ve gözyaşları, çaba ve emeklerle ortaya çıktı. Bugün Amerikan Başkanı dünyanın en güçlü kişisi. Bu bir tesadüf değil. Amerika’da başkanlık sistemi gücünü kaybettiği anda sistem hem ekonomik hem siyasal hem diplomatik açıdan kaos ve krize sürüklenebilir. Bunu bildikleri için hiçbir Amerikalı, Amerikan siyasal partileri ve Sivil Toplum Kuruluşları Başkanlık sistemini eleştirmiyorlar.
FRANSIZ SİSTEMİ
Fransız sisteminin geçmişi de kan ve gözyaşıyla doludur.
Paris merkezinden hareket eden Fransa devleti yüzyıllar içinde çevresindeki bölgeleri savaşla Fransa’ya kattı. Normandiya, Brötanya, Bask bölgesi, Korsika bunlardan bazıları. Fransa’nın doğusundaki Alzas-Loren 1870 savaşında Almanya’ya ilhak edildi. Bu bölgeyi geri alabilmek için Fransızlar birinci dünya savaşını çıkardılar. Birinci dünya savaşında on yedi milyon insan öldü. Fransızlar bu bölgeyi geri aldılar. Ama Almanya intikam peşinde koştu. İkinci dünya savaşı çıktı. Almanlar Alzas-Loren’i tekrar Almanya’ya ilhak ettiler. İkinci dünya savaşında Almanya bir kez daha yenildi. Tamamı işgal edildi. Alzas-Loren tekrar Fransız oldu.
Fransızlar Avrupa Birliğini kurunca Avrupa Parlamentosunu Almanya sınırındaki bu bölgede Strasburg’da kurdular.
Fransa’nın bütünlüğü kanlı iç ve dış savaşlarla sağlandı. Son aşama 1945’de biten ikinci dünya savaşıdır.
Fransa’nın siyasal yapısının kurulma süreci de çok acılı olmuş ve çok kan dökülmüştür. Siyasal yapı ancak 1958’de stabilize olmuştur.
Fransa’nın anayasal rejimi ne olacak tartışması 1789 yılında başladı ve yüz binlerce Fransız’ın öldürülmesiyle sonuçlandı. İdamlar o kadar geniş ve kitlesel bir boyut kazandı ki Fransızlar bir idam makinesi olan Giyotini icat ettiler ve bu aleti Paris’in merkezinde bulunan bugünkü Concorde meydanına koydular. Başta kral, kraliçe ve ihtilal liderlerinin büyük çoğunluğunu halkın gözleri önünde bu meydanda kafalarını keserek idam ettiler.
1789’da başlayan Fransız ihtilalleri sürecinde sayısız askeri darbe, sokak savaşları ve beş Cumhuriyet yer aldı.
1958’e gelindiğinde Fransa siyasi çöküşün bir kez daha eşiğindeydi: partiler kendi aralarında savaşıyorlar ve ortalama bir hükümet ancak yedi ay iktidarda kalabiliyordu. Cezayir’de katliam yapan Fransız ordusu hükümete baş kaldırmıştı ve Paris’i işgal etmekle tehdit ediyordu.
Kaos ve iç savaş ortamındaki Fransa’da çaresiz kalan parlamenter rejim çözümü emekli bir General’i iktidara davet etmekte gördü. Görevdeki Cumhurbaşkanı Rene Coty General De Gaulle’ün Paris dışındaki evine ayağına giderek “lütfen gelin iktidarı size bırakıyoruz” dedi. De Gaulle’ün cevabı: “bu kadar bölünmüş bir halk, kavga içindeki partiler ve bu anayasa ile Fransa yönetilemez. Teklifi kabul etmiyorum” oldu.
De Gaulle önemli maddelerini bizzat dikte edeceği yeni bir anayasayla Cumhurbaşkanlığını kabul edebileceğini söyledi. Teklif kabul edildi. Bu maddeler: Cumhurbaşkanını halk seçer. Cumhurbaşkanı parlamento dışından ya da içinden dilediği kişiyi Başbakanlığa atayabilir. (Başbakanın sıfatı değişir: “birinci bakan” olur.) Cumhurbaşkanı dilediği an Başbakanı görevden alabilir. Dış işleri tamamen Cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakılır. Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü zamanlarda meclisi fesh edebilir ve parlamento seçimlerine gidebilir. Cumhurbaşkanı yedi yıl için ve iki kez seçilebilir. Olağanüstü durumlarda meclislere sadece haber vermek ama onlardan olur almak koşulu olmaksızın anayasanın on altıncı maddesine göre Cumhurbaşkanı tüm yetkileri elinde toplayabilir.
Bu anayasal sistemle Başbakanlık fiili olarak ortadan kalkıyordu. Bakanlar kurulu her hafta Cumhurbaşkanının başkanlığında Başkanlık Saray’ında toplanıyordu. “Başbakan” artık sıradan bir bakandı. Sıfatı “birinci bakan”dı.
Fransa’da “yarı başkanlık” adı verilen bu sistem gerçekte Fransa Cumhurbaşkanını “seçilmiş bir kral” haline dönüştürüyordu. Ama bu anayasa ve güçlü Cumhurbaşkanlığı sayesinde Fransa “otuz altın yıl” yaşadı. Güçlendi. Avrupa Birliğini kurdu. Doğu Avrupa’da Sovyet işgaline son verdi ve Doğu Avrupa ülkelerini tekrar Avrupalı yapıp Avrupa Birliğine üye olarak aldı.
ALMAN SİSTEMİ
Hitler’i yenen müttefikler başta Amerika olmak üzere “Alman tehlikesini” bertaraf etmek için işgal sonrasında Almanya’ya Federal bir yapı empoze ettiler. Almanya eyaletlerden oluşacak ve merkezi hükümetin gücü sınırlanacaktı.
Ama zaman içinde bu model yerini reel duruma bıraktı: eyaletler birlikten ayrılmak bir yana birlik içinde müthiş bir şekilde yeni Almanya’ya güç kattılar. Almanya’nın ekonomik performansı neredeyse parayla işgal altındaki Doğu Almanya’yı özgürlüğüne kavuşturdu. Almanya birleştiği gibi kendisine daha büyük bir bütün içinde yer aradı. Fransa ile birlikte Avrupa Birliğini kurdu.
Bugün ne Fransa ne Almanya ne de Amerika bütünlüklerinden, topraklarından, siyasi iktidarlarının güçlerinden taviz vermiyorlar. Tam tersine: iki Almanya birleşti. Amerikalılar bayrağına yeni yıldızlar ekleyerek devlet sayısını elliye çıkardı. Etnik sorunları ise ulusal bütünlük ve zenginlikleri içinde eriyip gidiyor ve neredeyse kendiliklerinden gündemden düşüyor.
TÜRKİYE’YE 1960’LARDA HAZIRLANAN SİNSİ TUZAKLAR
1960’ların başında Fransa’da “Fransa Türk Öğrenci Birliği” başkanıydım.
Paris uluslararası öğrenci sitesinde ülkelerin talebe evleri var. “Ermeni Evinde” 1960’ların başında ilk “soykırım” eylemleri başladı. Yanı başındaki “Helen” Yunan Evinde Türkiye’de kimlik sorunları toplantıları düzenlendi. Benzer eylemler Almanya’da Hamburg’da, Frankfurt’da başladı. O zamanlar öğrenciler arasında sadece sağ sol ayrımı vardı. Buna “Ermeni soykırımı” ve Türkiye’de etnik azınlıklar konuları eklendi.
Soğuk savaşın fırtına gibi estiği 1960’lı yıllarda bu konular Avrupa’dan Türkiye’ye ihraç edildi.
Daha sonra kurulan Avrupa Parlamentosu Avrupa’nın, Fransa’nın, Almanya’nın bütünlüğünden taviz vermezken Türkiye’ye “etnik azınlıklar” penceresinden bakmaya başladı. Gözümle gördüm. Şahidim.
Avrupa Türkiye konusunda çifte standart uyguladı. Kendisi bütünlük ve güçlü iktidar peşinde koşarken Türkiye’ye etnik kavga ve kargaşa modelini empoze etti. Başarılı oldu da. Bu tartışma Türkiye’ye taşındı ve artarak devam ediyor.
TÜRKİYE’DE ANAYASAL ÇÖZÜM NE OLMALI?
Türkiye’de korodan bir ses yükseliyor: iktidar güçsüz olmalı. Tartışmalarda etnik boyut birinci plana çıkıyor.
Ne Amerika, ne Fransa, ne Almanya gündemlerine böyle bir şey almıyorlar. Kendi ulusal çerçevelerinde oluşturdukları anayasal sistemlerinin içinde güçlü iktidarın nimetlerinden faydalanıyorlar ve güçlü iktidarın sağladığı refah ve huzuru ön plana çıkarıyorlar.
Türkiye için önerilen modelde ise “tarlada derin izler oluşturmak” var. Bu formülün içinde güçsüz iktidarlar ve bitmeyen siyasal kavgalar var.
Bu tuzağı gören Turgut Özal “dört eğilim” tezini ileri sürdü ve buna uygun bir parti modeli geliştirdi. Türkiye ekonomisi uçuşa geçti.
Etnik konular konuşuldukça derinleşiyor. Bugün bu tartışmaya paralel olarak bir çok seviyede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü sınırlamak çabaları var. Bunu görmemek mümkün değil.
Oysa sorun yalnız Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi sorunu değil, Türkiye’nin sorunu. Türkiye iyi yönetilmek ve lider ülke olmak istiyor. Tıpkı kendi tarihin de olduğu gibi.
Amerikan, Fransız, Alman modellerinin vitrindeki demokratik maddelerine aldanmamak gerek. Bu maddeler nasıl oluştu? Tekrar hatırlamak lazım. Hepsinde ülkelerin egoizmi ve hırsı birinci plandaydı. Başardılar da. Anayasalarının vitrine koyduğu maddeleri bu ülkelerin tarihlerinin bütünlüğü içinde incelemek ve görmek gerek.
Türkiye’nin yeni anayasasında da iktidarın güçlü mü, zayıf mı olacağı büyük önem taşıyor.
Prof. Dr. Bener Karakartal